DÜNYA AKCİĞER KANSERİ FARKINDALIK AYI

01–30 Kasım boyunca akciğer kanseri hastalığın riskini azaltma ve tedavi ile ilgili bilgi sahibi olunabilmesi amacıyla Dünya Akciğer Kanseri Farkındalık Ayı olarak kabul edilmektedir.

Akciğer kanseri, özellikle 20. yüzyılın başlarında nadir görülen bir hastalık olarak görülmüştür. Daha sonra sigara içimi ile birlikte yeni olgularının sayısı giderek artmasıyla dünyada en yaygın kanser türü haline gelmiştir. Bununla birlikte Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre akciğer kanserleri dünyada kanser ölümlerinin % 17.8’ini oluşturmaktadır. Dünya genelinde erkekler arasında en sık görülen kanser türü akciğer kanseri, kadınlarda 3. sırada yer almaktadır. Dünyada 2020 yılında 2.2 milyon yeni vakanın ortaya çıktığı ve akciğer kanserine bağlı 1.8 milyon ölümün gerçekleştiği tahmin edilmektedir. Ülkemizde ise Akciğer kanseri erkeklerde en sık görülen ikinci kanser türüdür.

Akciğer Kanseri Risk Faktörleri

Tütün ve tütün ürünlerinin kullanımı akciğer kanserlerinin yaklaşık %90’ını oluşmaktadır. Bundan dolayı sigara içiminin önlenmesiyle akciğer kanseri tanısının %90’a kadar önlenebileceği tahmin edilmektedir. Akciğer kanseri için diğer risk faktörleri arasında; pasif içicilik (sigara), akciğer kanseri yönünden aile öyküsünün varlığı, bazı vitaminler, radon/asbest gibi kimyasallara maruziyet, arsenik gibi endüstriyel ürünlere maruziyet, radyasyon maruziyeti, bazı organik kimyasallar, hava kirliliği, HIV enfeksiyonu ve tüberküloz yer almaktadır. Bu etkenlerden bazısı kaçınılabilir risk faktörleri (tütün ve tütün ürünleri kullanımı gibi) iken bazısı değiştirilemez risk faktörüdür (ailesel akciğer kanseri öyküsünün varlığı gibi).

Erken Tanı

Kanserin erken evrede iken tespiti, başarılı bir şekilde tedavi edilme olasılığını arttırır.

Akciğer Kanseri Belirtileri Nelerdir?

Genellikle Akciğer kanserinin neden olduğu bulgu ve şikâyetlerin oluşumu için birkaç yıl geçer ve hastalık ileri evreye gelinceye kadar fark edilemeyebilir. Başka bir rahatsızlık ya da kontrol için çekilen akciğer grafisinde görülebilir.
Akciğer kanseri tanısı konulan hastalarda belirtiler tümörün akciğer içindeki yerleşimine, büyüklüğüne, yayılım yerine ve yayılma derecesine bağlı olarak çeşitlilik gösterir.

Tümörün kendisinin ve göğüs içi yayılımının yol açtığı, en sık izlenen belirtiler:
•     Geçmeyen veya giderek kötüleşen öksürük
•     Öksürürken kan veya kanlı balgam çıkarmak
•     Derin nefes alırken, öksürürken veya gülerken kötüleşen göğüs ağrısı
•     İştahsızlık, halsizlik, yorgunluk ve kilo kaybı
•     Ses kısıklığı
•     Nefes darlığı
•     Sürekli tekrarlayan veya geçmeyen bronşit ve/veya zatürre gibi akciğer enfeksiyonları

Tanı Nasıl Konulur?

Akciğer kanserinin tanı ve evrelemeye yönelik testleri genellikle aynı zaman diliminde yapılır. Düz akciğer röntgenleri ile akciğerde kitle tespit edilen hastalarda öncelikle bilgisayarlı tomografi çekilir. Elde edilen üç boyutlu görüntü ile kitleye nasıl ulaşılabileceğine karar verilir. Hastadan ya tomografi rehberliğinde ya da bronkoskopi dediğimiz ince bükülebilir bir tüple akciğerine ulaşılarak iğneyle parça alınır. Bu işleme biyopsi adı verilir. Gerekli görüldüğü takdirde farklı görüntüleme tetkikleri de yapılabilir. Tanı konulduktan sonra, kanser hücrelerinin vücudun diğer kısımlarına yayılıp yayılmadığını tespit etmek için testler yapılır.

Tedavi

Hastadan hastaya farklılaşabilmekle birlikte tedavi kararında; hastalığın yeri, evresi, hastanın yaşı ve diğer sağlık sorunlarının varlığı gibi birden fazla faktör etkilidir. Multidisipliner bir çalışma gerektiren bu tedaviler; cerrahi, hedefe yönelik tedaviler, radyoterapi, kemoterapi gibi farklı seçenekleri içermektedir.

Unutmayın! Erken fark ederseniz, çok şey fark edersiniz.

ANNE SÜTÜNÜN VE EMZİRMENİN FAYDALARI

Doğumdan sonraki ilk 30 dakika-1 saat içinde emzirmeye başlayınız. Bebeğiniz 6 aylık olana kadar su dahil hiç bir ek gıda vermeksizin yalnızca anne sütü ile besleyebilirsiniz. Daha sonra ek gıdalarla birlikte emzirmeye 2 yaşına kadar devam edebilirsiniz. 

 


Bebeğin gereksinimleri değiştikçe anne sütünün içeriği de değişir. Yani bebeğinizin neye ihtiyacı varsa süt ona uygun olarak salınır. İlk günlerde Kolostrum salınırken, zamanla sütün içeriği değişir. 

  •     Anne sütü, bebeğin bağışıklık sistemini güçlendirecek özel maddeler içerir. Özellikle kolostrum (ağız sütü), tıpkı bir aşı gibi bebeğinizi hastalıklardan koruyacaktır. 
  •     Anne sütü kolaylıkla sindirilebilir ve alerjilere neden olmaz.
  •     Bebekte kabızlığa neden olmaz. 
  •     Anne sütü mikropsuzdur. Isıtma yada bir kapta bekletme işlemlerinden geçmeden doğrudan bebeğe verildiği için, bebeğe verilme sırasında mikrop buluşmaz. Bu nedenle, bebeğiniz mikropların neden olduğu hastalıklardan korunur. 
  •    Ayrıca; anne – bebek ilişkisini güçlendirir. 

ANNEYE YARARLARI

  •     Erken emzirmeyle doğum sonu kanamalar çabuk kesilir, memelerde şişme iltihaplanma olmaz, anne loğusalık dönemini daha rahat sorunsuz geçirir.
  •     Rahmin daha kısa süre de normale dönmesini sağlar.
  •     Emmeyle anneden salgılanan hormonlar sayesinde kısa sürede dinlenme ihtiyacını karşılar, huzurlu olur.
  •     Emziren annelerde meme ve rahim kanserine yakalanma riski daha düşüktür.

Doğum sonrasında kemiklerin yeniden mineral kazanmasını sağladığı için, menopoz sonrası kalça kemiği kırığı riskini azaltır
Sütün üretimini sağlayan hormon ( prolaktin ) geceleri daha çok salgılanır. Bu hormon anneyi rahatlatarak daha iyi uyumasını, dinlenmesini sağlar. Bu nedenle gece emzirmeleri hem süt yapımını arttırır hem de annenin dinlenmesini sağlar.

 

  •    Doğumdan sonra bebek ilk günlerinde istediğinde emzirilmelidir. Çünkü bebeğiniz 1-2 saat ara ile acıkır. Emzirme aralığı 2-3 saati geçmemelidir. 
  •    Bir memede kalma süresi 15-20 dk olup bu süre bebekten bebeğe değişebilir. Doğumdan sonra bebeğin çene kasları yeteri kadar güçlü olmadığı için memeyi daha uzun sürede boşaltabilir. 
  •    Meme ucunuzla birlikte, areola dediğimiz kahverengi kısmı da bebeğin alabildiği oranda ağzına verin. Bu şekilde bir tutuş ile süt kanalları boşalır, süt yapımı artar ve meme başı hasar görmez 
  •    Bebeğiniz memenizi doğru bir şekilde ağzına aldığında:
  •    Ağzının açık ve memenizin kahverengi kısmını iyice ağzına alıyor olması
  •    Çenesinin memenize dokunması
  •    Alt dudağının arkaya doğru kıvrılmış olması 

BAHAR VE YAZ DÖNEMİNDE DİKKAT EDİLMESİ GEREKENLER

Bahar ve Yaz Dönemlerine Nelere Dikkat Edelim? Uzun ve soğuk bir kış dönemini geride bıraktık artık havalar iyiden iyiye ısınmaya başladı. Ancak havaların ısınması ile birlikte özellikle bazı şeylere de dikkat etmek gerekiyor. Bu yazımda bahar ve yaz dönemlerinde nörolojik hastalıklar yönünden nelere dikkatli olmalıyız kısaca bunlardan bahsetmek istiyorum. Havaların değişken olduğu bahar döneminde yağışlar, cereyan maruziyeti ile birlikte migren ve sinüzit baş ağrılarında artış gözlenebilmektedir. Bu nedenle bu tip baş ağrısı olanlar rüzgarlı, serin havalarda dikkatli olmalıdır. Ayrıca serinlemek için araç içinde veya odadaki klimanın karşısına oturmak ya da pencere yanında cereyana maruz kalmak yine sakıncalı olacaktır. Bu tarz maruziyetler yüz felci veya tıbbi adı ile Bell’s paralizisi için de önemli risk faktörüdür. Yolculuk yaparken sıcaktan bunalıp pencereyi açan ve böylece cereyana maruz kalan, uzun süreli bu tarz yolculuk yapan şoförlerde sık görülmektedir. Bu nedenle şoför hastalığı da denilmektedir. Yine bu dönemlerde multipl skleroz veya halk arasında yaygın bilinen adı ile MS hastalığının atak riski de artabilmektedir. Bu mevsimler için MS hastalarının ilaçlarını aksatmaması ve uyku düzenlerine dikkat etmeleri, vücutlarının direncini düşürecek ağır diyetlerden kaçınmaları uygun olacaktır. Sıcak havalarda korunmadan dolaşmak, uzun süre güneşlenmek MS hastalarında anormal yorgunluklara neden olabilmektedir.

Beyin damar hastalıkları yönünden sıcak havalar beyine pıhtı atmasını tetikleyebilmektedir. Beyin kanamaları kış döneminde, damar tıkanıklıkları ise yaz döneminde daha sık gözlenmektedir. Sıcak havalarda terleme ile kaybedilen sıvın yerine konulması için bol bol su içmek önemlidir. Ani tansiyon yükselmeleri açısından riskli hastaların güneş ışınlarının dik olduğu öğle saatlerinde istirahat etmeleri, bu dönemlerde denize girmemeleri, bahçe işlerinde geniş şapka ile çalışmaları daha doğrudur. Bir diğer husus ta yaz dönemi ile birlikte tatil dönemi de başlamaktadır. Özellikle düzenli ilaç kullanması gereken yüksek tansiyon, şeker, epilepsi, beyin damar hastalığı gibi hastalıkları olanlar ilaçlarını da yanlarında götürmeyi unutmamalıdır. Genel olarak sık yapılan yanlışlık ilaçların unutulması veya tatil yerinde bulunamaması nedeniyle aksatılmasıdır. Bu durumda gereksiz yere hastalıkları kontrolden çıkmakta ve bazen ciddi durumlara yol açabilmektedir. 

ÇOCUK CERRAHİSİ

Cerrahi, tıp tarihinin en eski dallarından biridir. “Cerh” yara, yaralama, vücudu kesici bir aletle kesme anlamına gelmektedir.

 

Çocuk Cerraisi; çocukluk dönemlerinde yaşayan bireylerin cerrahi sorunlarıyla uğraşan bir tıp dalıdır. Ovumun sperm ile fekondasyonundan itibaren delikanlılık dönemine kadar çocukların cerrahi hastalıkları, travmaları, doğumsal anomalileri, çocukluk çağı kanserleri, ürolojik ve jinekolojik sorunları, çocukluk çağı yanıkları- plastik ve rekostrüktif girişimler, abdomen- gastrointestinal sistem cerrahisi, kısmen thoraks- göğüs cerrahisi ilk akla gelen çocuk cerrahlarının uğraş alanlarıdır.

Çocukluk dönemlerinde yapılan cerrahi girişim sayısı, tüm bireylere uygulanan cerrahi girişim sayısının 1/4’ü kadardır. Tıp ve tıp teknolojisindeki hızlı değişiklikler, endoskopi, bilişim ve elektronik- mikroalet teknolojilerindeki ilerlemeler ile anestezi, pre- post operatif bakımdaki gelişmeler, çocuk cerrahisi gelişimine büyük bir ivme kazandırarak; daha önceleri uygulanması imkansız olan cerrahi girişimleri ve yaşatılması olanaksız hastalıkları olan çocuk hastalara, rahatlıkla ve başarılı bir şekilde uygulanabilir hale gelmesine ve cerrahi girişimin nicelik ve nitelik olarak artmasına neden olmuştur.

Çocuk, anatomik, fizyolojik ve psikolojik yapısı itibarıyla erişkinin bir minyatürü olmadığı için çocuk cerrahisi de minyatür bir cerrahi değildir. Aksine cerrahi patoloji, cerrahi yöntem, pre ve post- operatif bakım farklılıkları ve anestezi uygulamaları ile tamamen ayrı kendine özgü bir tıp dalıdır. Çocuk, erişkine kıyasla daha nazik, hassas ve kırılgandır. Çocuklar, iyi şartlar altında dokulara hürmet edilerek, hünerli uygulanan girişimlere, erişkinlerden daha kolay katlanmakta ve daha çabuk iyileşmektedir.

Erişkin dahiliyesinden 18. yüzyılın başlarında ayrılan çocuk sağlığı ve hastalıkları tıp bilim dalı, kendi gelişmesini tamamlayarak, gelişen sosyoekonomik şartların da yardımı ile beslenme bozuklukları ve enfeksiyon hastalıklarını ileri derecede azaltmış, çocuk sağlığı çalışmaları, sosyal pediatri ile hastane dışına, evlere kaymış ve ayaktan tedavi, yatarak uygulanan tedavinin yerini almıştır. Gelişmiş ülkelerde hastanaye yatırılarak tedavi edilen çocukların sorunları tıbbi olmaktan ziyade cerrahidir.

Çocuk cerrahisi girişimleri ancak uyumlu bir ekip çalışması ile başarılır. Çocuk cerrahisi ekibi, çocuk cerrahı, çocuk anestezi uzmanı, çocuk iç hastalıkları uzmanı, neotolog, radyolog, patolog, biyokimya uzmanı, onkolog, çocuk yoğun bakım uzmanı, çocuk psikiyatrisi, sosyal uzmanlar ve çocuk hemşiresinden oluşur. Çocuk cerrahları tüm olarak kendini çocuklara adamalı genel cerrahi ile uğraşmamalıdır.

“Bir bebeğin ameliyat gerektiren bir hastalığının son durağında, sıklıkla bir çocuk cerrahı vardır. Ama tanı ve tedavi sürecinin tüm sorumluluğu sadece çocuk cerrahına yüklemek adil değildir.”
Çocuk cerrahisi eğitimi değişik toplumlarda birbirinden farklı olarak yapılmasına karşın genel anlamda birbirine benzemektedir. Eğitimdeki farklılık, her ülkenin sosyokültürel farklılıklarına bağlıdır. Ülkemizde çocuk cerrahisi, 1960- 1973 yılları arasında 4 yıllık genel cerrahi eğitiminin ardından 2 yıl çocuk cerrahisi tarzında yapılmaktaydı. Bugün ise tıp fakültesi mezunları 5 yıllık çocuk cerrahisi eğitim sürecine 6 ay genel cerrahi, anestezi, üroloji, yenidoğan rotasyonları ile devam etmektedir. Bugün ülkemizin tüm il merkezlerinde bilgi ve becerilerini başarı ile uygulayan birçok çocuk cerrahlarının varlığı, ülkemiz çocukları için çok büyük bir şans olarak kabul edilmelidir.

ÇOCUKLUK ÇAĞI AŞILARININ YARARLARI

Mikroorganizmalar vücutta hastalık yapan gözle görülmeyen canlılardır. Aşıyla, bu mikroorganizmaların ölü veya zayıflatılmış formları veya parçaları vücuda verilir. Aşı yoluyla hastalıkla tanışan bağışıklık sistemimiz bu mikroorganizmaya karşı antikor üretir. Bu antikorlar daha sonra gerçek hastalıkla karşılaşıldığında vücudumuzu hastalıktan korur.

Aşı insanlık tarihini etkileyen çok önemli bir buluştur. Dünyada her yıl aşı ile önlenebilir hastalıklardan 2-3 milyon çocuk ölmektedir. Küresel aşılama ile bunun 1,5 milyonu önlenebilir. Aşılar çocuk felci, tetanoz, difteri gibi ölümcül hastalıklara karşı sizin çocuğunuzu korumanın yanında, hastalıkların çocuktan çocuğa yayılımını önleyerek büyük oranda azaltılmasını veya ortadan kaldırılmasını sağlar. Örneğin aşılama sayesinde çiçek hastalığı dünya üzerinden silinmiştir.

Aşılar yıllarca süren bilimsel çalışmalar sonucunda üretilmektedir. Aşıların zararlı maddeler içerdiği, otizme neden olabileceği gibi görüşler ise hiçbir bilimsel temele dayandırılamamıştır. Tıpkı hastalıklardan kurtulmak için kullandığımız ilaçlar gibi herhangi bir aşı da herhangi bir çocukta beklenmeyen bir reaksiyona neden olabilir. Fakat aşıların faydaları göz önüne alındığında bu tip reaksiyonlar denizde bir damla gibidir.

Biz hekimlerin öncelikli görevi, hastalıkları tedavi etmek değil, hastalıkların önlenmesini sağlamaktır. Aşılar bu amaca hizmet ederken elimizdeki en önemli araçtır. Ülkemizde sağlık merkezlerinde 13 hastalığa karşı ücretsiz aşılama yapılmaktadır. Her yıl bu sayede birçok çocuğun ölümü engellenmektedir.  Çocuklarımız ve ülkemizin sağlıklı geleceği için çocuklarımızı aşılatmalıyız.

ÇOCUKLARDA BAŞ AĞRISI

Çocuklarda Baş Ağrısı Nedir? Çocukluk döneminde birçok baş ağrısı şikayetinin tanısı konulamaz. Çocuklar genellikle ebeveynlerinin verdiği ağrı kesici etkisi olan ilaçlar işe yaramayınca veya bu tarz baş ağrısı şikayetleri günlük hayatını etkileyince bir doktora götürülüler. Aileler sıklıkla bu baş ağrılarını “Herkesin başı ağrımıyor mu?” ya da “Okul veya günlük hayatlarındaki görevleri yapmamak için bahane olarak baş ağrısını kullanıyor” şeklinde yorumlarlar. Migren, aslında erken yaşlarda başlar fakat tanısı erişkin yaşlarda konulur. Okul dönemindeki çocuklarda baş ağrısının görülme oranının %5, 9 ile %82 arasında değiştiği gözlemlenmektedir. Genellikle çocukluk döneminde gelişen baş ağrılarının en sık nedeni olarak viral ya da bakteriyel enfeksiyon hastalıkları görülüyor. Bu durum enfeksiyonel hastalıkların iyileşmesi ile geçen bir baş ağrısıdır. Çocukluk döneminde sık karşılaşılan baş ağrıları; primer (birincil) yani gerilim tipi baş ağrısı ve migren olarak bilinmektedir. Primer (birincil) baş ağrılarında çocuklar genellikle ağrının kafatasının ön kısmında yerleştiğini belirtirler. Çocukluk döneminde başın arka kısmına yerleşen baş ağrısında ise aileler mutlaka tıbbi yardım istemelidirler. Çocuk Migreni Erişkin Migreninden Farklı Mı? Çocukluk çağında migren, erişkin hastaların migrenine göre daha kısadır ve ataklıdır. Çocukluk döneminde baş ağrısının yerleşimi genellikle alında ve iki yanlıdır. Zonklayıcı ya da basınç hissi şeklindeki baş ağrısı, bulantı, kusma, ışık ve sesten rahatsız olma gibi belirtiler ağrıya eşlik edebilir. Çocuğun günlük yaşamını etkileyecek şiddette olan baş ağrısı, bazen kendini ifade edemeyen çocuğun odasına çekilip uyumasına ya da hırçınlaşmasına yol açabilir. Çocuklarda migren ataklarının süresi iki saat veya daha kısa süreli olabilir. Okul çocuğu döneminde migrene erkek çocuklarında daha sık rastlanır. Fakat ergenlik dönemi ile birlikte hormonal değişikliklerin devreye girmesi ile kız çocuklarında migren görülme sıklığı erkekleri geçer. Çocuklarda Gerilim Tip Baş Ağrısı Olur Mu? Çocukluk çağında gerilim tip baş ağrısı sık rastlanan bir ağrı tipidir. Bu baş ağrısında çocuk iki yanlı basınç, ağırlık hissi şeklinde bir ağrıdan yakınır. Migren kadar şiddetli olmayan ağrı, sıklıkla çocuğun gün içindeki aktivitesini etkilemez. Çocuklarda Migren Ağrısı Tedavisi Aralıklı (epizodik) gerilim tip baş ağrısı olan çocukların öyküsünde sıklıkla stresli bir durumdan, okula gitmekten kaçınma söz konusu olabilir. Süreğen (kronik) gerilim tip baş ağrısı olan çocuklarda stresli yaşam olayları, boşanma, okulda bullying (kabadayılık, zorbalık), fiziksel şiddet ve istismar akılda tutularak nörolog tarafından mutlaka sorgulanmalıdır.

ÇOCUKLARDA EPİLEPSİ

Çocuklarda Epilepsi (Sara Hastalığı) Nedir?

Epilepsi, halk arasındaki adıyla sara hastalığı”, beynin normal elektriksel aktivitesi dışında bir takım anormal deşarjların ortaya çıkması sonucunda farklı şekillerde ortaya çıkabilen bir kronik (uzun süreçli) hastalıktır.

Çocuklukta görülen epilepsilerin sıklığı, yetişkin yaşlara göre iki kat daha fazladır. Bunlar sıklıkla bazı genetik ve doğumsal hastalıklara bağlıdır. Acil servise başvuran çocukların yaklaşık %1’inin başvuru nedeninin epilepsi nöbetleri olduğu tahmin edilmektedir.

Genelde doğumsal ya da sonradan oluşan bir takım beyin hasarı nedeniyle oluşan epilepsiler doğumdan itibaren hayatın her yaşında ortaya çıkabilmektedir. Buna karşın 7-8 yaşında genelde iyi huylu tümörlerin beyin dokusunda yarattığı sorun nedeniyle nöbetleri başlayan epilepsi hastaları da vardır.

 

Nedenleri

Çocuklarda Epilepsinin Nedenleri Nelerdir?

Çocuklar çağında görülen epilepsinin nedenleri şunlardır:

  • Doğuştan gelen hastalıklar
  • Gebelikte bebeğin beyin gelişimini etkileyen mikrobik hastalıklar
  • Doğum sırasında meydana gelebilecek beyin zedelenmesi, kanaması ve beynin oksijensiz kalması
  • Doğum sonrası menenjit, beyin iltihabı, kazalara bağlı beyin zedelenmesi
  • Beyin tümörleri
  • Uzun süren ateşli havaleler
 

Belirtiler

Çocuklarda Epilepsinin Belirtileri Nelerdir?

Çocuklarda epilepsinin belirtileri, epilepsinin türüne göre değişiklik gösterebilmektedir.

Basit parsiyel nöbetlerde elektrik deşarjı beynin belirli bir bölgesinde sınırlı kalır; bilinç kaybı yaşanmaz, kaynaklandığı bölgeye göre ani başlayan korku hissi, olmayan kötü kokuları hissetme, değişik renkler ve ışıklar görme, hareket ve davranış kusurları gibi çok çeşitli nöbetlerle kendini gösterir.

 

Kompleks parsiyel nöbetlerde elektrik deşarjı beynin belirli bir bölgesinde sınırlı kalmasına rağmen bilinç kaybı yaşanır. Genellikle yalanma, çiğneme, elbiselerini çekiştirme gibi hareketlerle ortaya çıkan nöbetler olur.

 

Jeneralize nöbetlerde ise beynin tamamı elektriksel deşarjdan etkilenir, bilinç kaybı yaşanır.

 

“Grand-mal” adı verilen nöbetlerde kasların ani bir şekilde kasılıp gevşemesi söz konusudur.

 

“Petit-mal” olarak adlandırılan türünde ise çocuk, vücut şeklinde herhangi bir değişiklik olmaksızın adeta bir dalgınlık nöbeti yaşar, o esnada etrafında olan bitenlerin farkında olmaz. Bu çocuklarda özellikle okul başarısında düşüş görülür.

 

 

Tanı Yöntemleri

Çocuklarda Epilepsinin Tanı Yöntemleri Nelerdir?

Ayrıntılı bir fizik muayene ile aile öyküsü ve çocuğunuzun tıbbi öykünüzü sorgulayacak hekiminiz, tanının netleştirilerek tedavi türüne karar verilmesi amacıyla bir takım tetkikler isteyebilir.

  • EEG

Beyin dalgalarının incelenmesine olanak veren bir tetkik türüdür. Beyindeki elektriksel dalgaların hangi karakterde ve beynin neresinden hangi yöne doğru yayıldığını saptamak mümkündür.

  • MR

MR Tetkiki ise beynin anatomisinde nöbetlere neden olabilecek bir sorun (tümör, gelişimsel bozukluk vb) olup olmadığını kontrol etmek amacıyla kullanılabilir.

 

Tedavi Yöntemleri

Çocuklarda Epilepsinin Tedavi Yöntemleri Nelerdir?

Günümüzde epilepsinin birincil tedavisi ilaç tedavisidir ve çocuk nörologları tarafından yürütülür. Çocukların %70’i ilaç tedavisine olumlu yanıt verir. Ama diğer %30’u, hangi ilacı uygularsanız uygulayın “ilaca dirençli epilepsi” denilen bir tablo sergiler, yani ilaçtan yarar görmezler.

Günümüzde epilepsi tedavisinde 2 ilaç denenmiş bir çocukta 2 ilaçtan da yarar görülmediği takdirde, hastanın ameliyatla yani epilepsi cerrahisi gündeme gelir. Çocuğun cerrahiden fayda görüp görmeyeceği ayrıntılı tetkiklerle belirlenir.

İyi seçilmiş hastalarda epilepsi cerrahisinin başarısı yüzde 80’lere ulaşabilir. Ancak ne yazık ki her dirençli epilepsisi olan çocuk ameliyat adayı değildir. Çocuğun epilepsi cerrahisi adayı olması için nöbetlerinin belli bir bölgeden kaynaklanması ve çıkarılacak bölgenin dil ve görme gibi önemli bir fonksiyonunun olmaması gerekir.

Cerrahi tedavi dışında, vagus sinir stimulasyonu (VNS) ile ketojenik diyet, yani yağdan zengin, karbonhidrat ve proteinden fakir bir diyet de ilaç tedavisine dirençli olan ve iyi bir cerrahi aday olmayan çocuklarda kullanılabilir. Çocuklar eğer bu yöntemlere uygunsa nöbet sayıları oldukça azalabilir.

Çocuğunuz Epilepsi Nöbeti Geçirirken Bunları Yapın

Epilepsi nöbeti sırasında çocuğun ailesi veya yakınlarının yapması gereken 4 önemli şey:

  • Nöbet sırasında çocuğunuzu sağ ya da sol tarafına doğru yatay pozisyonda yatırın.
  • Başının altına bir yastık koyun, yakası sıkıysa gevşetin.
  • Sallamayın, üstüne su dökmeyin, ağzına bir şey sokmaya çalışmayın.
  • En yakın sağlık kuruluşuna götürün ya da çocuğunuzu izleyen doktorla iletişim kurun.

ÇOCUKLARDA İSHAL HAKKINDA MERAK ETTİKLERİNİZ

Normalden fazla sayıda ve miktarda, sulu cıvık dışkılamaya ishal denir.

Her çocuğun kendine özgü bağırsak alışkanlığı vardır. Her çocuk için günlük bez değiştirme sayısı değişebilir. Genel anlamda; normalden 3 defa daha fazla sayıda, sulu dışkılamaya ishal diyebiliriz.

Çocuğunuz 3 aylık, normalde günde 5 defa sulu kaka yapıyorsa buna ishal demiyoruz. Bu çocuk günde 8-10 defa daha cıvık, sulu kaka yapıyorsa ishal olmuş demektir. İshale eşlik eden  ateş, kusma, huzursuzluk, gaz, pişik gibi durumlar varsa büyük ihtimalle barsak enfeksiyonuna bağlı ishal olmuş demektir.

ÇOCUKLARDA İSHALE EN ÇOK NELER SEBEP OLUR?

Mide ve barsakları etkileyen mikroplar (çoğunlukla virüsler), Gıda zehirlenmesi ve Antibiyotikler en sık ishale sebep olan etkenlerdir.  Aşırı meyve suyu ve şekerli gıda tüketmek de ishale yol açabilir.

İSHAL OLAN ÇOCUKLAR NELER YEMELİDİR?

İshal olan çocuklar olabildiğince normal beslenmesine devam etmelidir. Anne sütü alıyorsa sık sık emzirmek gereklidir. Yudum yudum su ve sıvı gıdalar verilmelidir.

Yağlı, baharatlı, salçalı gıdalardan uzak durulmalıdır. Fazla şekerli gıdalar (hazır meyve suyu) verilmemelidir.

Özellikle ishale iyi gelen yiyecekler:

  • Ev yoğurdu ve ayran
  • Pirinç lapası
  • Haşlanmış patates veya havuç
  • Meyvelerden muz, elma, şeftali
  • Yağsız et (özellikle tavuk)
  • Çubuk kraker, galeta 

ÇOCUĞUMUN İSHALİNİ İYİLEŞTİRMEK İÇİN EVDE NELER YAPABİLİRİM?

Az miktarda sık sık su içirin. (Kısa sürede fazla suyu hızlıca içerse kusmasını artırabilir)

Bebekler için 3-5 dakikada bir kaşık kaşık sulu gıdalardan ya da ORS (Oral Rehidratasyon Sıvısı) verebilirsiniz.

1 yaşından büyük çocuklar için tuzlu şeyler tercih edebilirsiniz (Çubuk kraker, ayran vs)

ÇOCUĞUMU NE ZAMAN DOKTORA/HASTANEYE GÖTÜRMELİYİM?

  • Kanlı ishali varsa,
  • Kusma günde 4-5 defadan fazla özellikle sarı-yeşil safralı oluyorsa
  • İshal-kusma 3 günden uzun sürdüyse
  • 1 yaşından küçük ve 5-6 saattir bir şey içmiyor ya da yemiyorsa
  • Şiddetli karın ağrısı varsa
  • Sıvı kaybı belirtileri varsa ( ağız kuru, 6-8 saat geçmesine rağmen idrar yapmadıysa, ağladığında göz yaşı gelmiyorsa, cildi hamur gibi ve esnekliğini kaybettiyse)
  • Bilinci bozuldu, kendinde değilse (aşırı huzursuzluk ya da uyku hali)
  • Aşırı halsiz ve size tepki vermekte zorlanıyorsa

ÇOCUĞUMUN İSHAL OLMAMASI İÇİN NE GİBİ ÖNLEMLER ALABİLİRİM?

Sık sık el yıkamak ishalden korunmanın en etkili yoludur.

Temiz ve güvenilir su tüketin.

Açıkta beklemiş, bozulma ihtimali yüksek olan gıdaları tüketmeyin.

Açıkta satılan, güvenilir olmayan gıdalardan uzak durun.

Yüzme havuzu ve aquaparklar yerine denize girmeyi tercih edin.

ÇOCUKLARDA ZEKA GERİLİĞİ

Zeka Geriliği Nedir?

Zeka geriliği ya da bir diğer adıyla mental retardasyon, kişinin becerilerinin, yeteneklerinin yaş ortalamasının altında seyretmesi ve standart eğitim sisteminin gerekliliklerini karşılamada eksiklik yaşanması durumudur. 

 

Zihinsel süreçlerin, çeşitli nedenlerden ötürü gerçekleşememesi ya da kısmi olarak gerçekleşmesine denir. Zihinsel süreçler arasında; akıl yürütme, dikkat, algı yönetimi, hafıza, sorun çözme, muhakeme gibi yetenekler yer almaktadır. Bu zihinsel süreçlerde, ortalamanın altında ve kronolojik yaşına paralel olmayan performans sergilenmesine mental retardasyon adı verilir. 

Küçük yaşlarda görülen belirtilerin yabana atılmaması ve ona göre erken zamanda aksiyon alınması mühimdir. Günümüzde tanılar yaklaşık olarak 10-14 yaşları arasında konmaktadır. Bu yaşlarda alınan geri dönüş, erken dönemlere kıyasla çok azdır. Özel eğitim, psiko-sosyal çalışmalar beraberinde kişilerin potansiyellerinin en iyisini ortaya koymaları mümkün olabilir.

Zeka geriliği mevcut olan çocukların ve bireylerin; iletişim ve sosyal ilişkiler kurması, kendini ve sağlığını kontrol altında tutabilmesi, günlük yaşantısını sorunsuz geçirebilmesi, öz bakımını desteksiz gerçekleştirebilmesi, öğrenme halinin önünde bir engel olmaması, eğitim süreçlerini sorunsuz geçirmesi pek mümkün değildir. Diğer bireylere kıyasla eksik kalma, geri kalma hali çok olasıdır.

 

Fakat unutmamak lazım ki, zeka geriliği bir konudaki beceriksizlik değil, zeka kat sayının düşük olmasıdır. Zeka geriliği emaresi olan çocuklara, IQ testi uygulanarak durumları netleştirilebilir.

IQ’ya Bağlı Zeka Geriliği Tablosu:

  • 25 ve altı IQ- Çok ağır zeka geriliği
  • 25-34 IQ- Ağır zeka geriliği
  • 35-50-55 IQ- Orta düzeyde zeka geriliği
  • 50-55-69 IQ- Hafif zeka geriliği
  • 70-79 IQ- Sınır zeka
  • 80-89 IQ- Donuk, Düşük normal zeka
  • 90 ve üstü- Normal, parlak, üstün, dahi

Zeka Geriliği Ne Sıklıkla Görülür?

Zeka geriliğimin toplum bazında görülme sıklığı yaklaşık olarak %1’dir. Erkeklerde, kadınlara oranla daha sık rastlanılır. Düşük sosyoekonomik düzeyde daha çok vakaya rastlanmaktadır.

 

Nedenleri

Zeka Geriliği Nedenleri Nelerdir?

Doğum Öncesi Nedenler

Ailede zeka geriliği mevcut biri olması ya da genetik nedenlerle ortaya çıkabilir. Ayrıca Down sendromu gibi kromozomal bozukluklar ya da hipotiroidi gibi metabolik bozukluklar da zeka geriliğine sebebiyet verebilmektedir. 

Gebe annenin alkol, uyuşturucu kullanması ya da yetersiz beslenmesine bağlı zeka geriliği oluşumu meydana gelebilmektedir. Hamilelik döneminde geçirilen bir enfeksiyondan kaynaklı zeka geriliği de söz konusu olabilmektedir. 

Hamilelik döneminde IQ testi yapılması olanaksızdır. Sadece doğum öncesi tarama testleriyle kromozomal anomaliler mevcutsa onlar teşhis edilir.

Doğumdaki Nedenler

Erken doğum ya da yaşanabilecek geç doğum zeka geriliğine sebebiyet verebilmektedir. Çocuğun doğum esnasında ters gelmesi, göbek bağının boynuna dolanması gibi faktörler neticesinde yeterli oksijen alamayan bebekte hasara bağlı zeka geriliği söz konusu olabilir.

Doğum Sonrası Nedenler

Yaşanan bazı bebeklik, çocukluk hastalıklarına bağlı olarak hasar oluşumunu gözlenebilir. Havale geçiren bebek, çocuklarda beyin hasarı ve devamında zeka geriliğine rastlanabilir. 

Çocukluk travmaları, ağır psikolojik sıkıntılar, kafa travmaları, sarılık, bulaşıcı çocuk hastalıkları ve psiko-sosyal faktörlerin de zeka geriliğine neden olabildiği bilinmektedir.

Hamilelik döneminde, doğum esnasında ya da doğum sonrasında yaşanacak her türlü sorunun zeka geriliğine yol açması gibi bir ihtimal söz konusu değildir. Sadece zeka geriliğine yol açması olasıdır.

 

Belirtiler

Zeka Geriliği Belirtileri Nelerdir?

Eğer doğuştan gelen bir rahatsızlıktan kaynaklı bir zeka geriliğiyse, yüz hatlarından farklılık gözlenebilir. Mesela Down sendromlu çocukların yüz hatları daha belirgindir ve birbirleriyle benzerlik gösterirler. Yani mevcut olan fiziksel farklılıklar da zeka geriliğinin bir belirtisi olabilir.

Hayata yaşıtlarından daha geç adapte olma, yapılması gereken ritüellerde geç kalma durumu olarak ifade edilebilir. Konuşmayı geç öğrenmesi ya da öğrenememesi zeka geriliği belirtisi olabilir. Günlük hayatta temel becerilerin sergilenmesinde güçlük çekilmesi de zeka geriliği problemleri arasında yer alabilir.

Zeka geriliği, düzeyine göre farklı yoğunluklarda belirtiler gösterir. Gelişimlerinde eksiklikler söz konusu olur. Yaşlarına göre öğrenmeleri ve öğrendiklerini hafıza da tutmakta zorlanırlar. Sosyal yaşamlarında kendilerinden küçük çocuklarla oyun oynamak isterler.

 

Zeka seviyesini ölçen çeşitli testler mevcuttur bunlar; Stanford-binet zeka testi ve wisc-r zeka testidir.

 

Tanı Yöntemleri

Zeka Geriliği Tanısı

Bir kişiye zeka geriliği tanısı koyulabilmesi için 18 yaşından küçük olması gerekir. 18 yaş altındaki birey, iletişim sıkıntıları yaşıyor, kendi ihtiyaçlarını kendi karşılayamıyor, sağlık ve güvenlik konularında yetersiz kalıyorsa, zeka geriliğinden şüphelenilebilir. 

Uzmanlar tarafından uygulanan zeka testleri aracılığıyla durum değerlendirilir. Tabii ki değerlendirme, testin yapıldığı ortama, yapılan güne, kişinin o günkü durumuna bağlı olarak değişiklik gösterebileceğinden ötürü, test birkaç kez tekrarlanmalıdır. Bu yolla meydana gelen ilerleme ve gerilemelerde net bir şekilde gözlemlenebilir.

 

Tedavi Yöntemleri

Zeka Geriliği Tedavisi

Zeka geriliğini ortadan kaldırmak adına doğrudan bir tedavi yöntemi mevcut değildir ancak zeka geriliğinin ortaya çıkaracağı olumsuzlukları indirgemek adına çeşitli yöntemler uygulanabilir. Bunlardan en önemlisi zeka geriliği olan bireyin özel ders almasıdır. Erken uyaran eğitimi ve kişiselleştirilmiş özel eğitimler beraberinde zeka geriliği mevcut kişilerin desteklenmesi gerekir.

Zeka geriliğinin derecesine göre kişiselleştirilmiş eğitim yöntemleri tercih edilmelidir. Psikolojik tedavive dikkat eksikliği tedavisi uygulanabilir. Tabii ki bu yöntemler zeka geriliğini tedavi etmez, sadece onunla birlikte görülen diğer sorunları ortadan kaldırır. Amaç, çocuğun zihinsel becerilerini desteklemek, yaş ortalaması kadar performans olmasa da ona yakın sergilemesi için çaba gösterilmesidir. Normal okulda eğitime devam edilmesi, çocuğun psikolojisini negatif yönde etkiler ve depresyona girmesine sebep olabilir.

 

Normal zeka, parlak zeka, üstün zekaya sahip bireyler de kapasitelerinin tamamını kullanamamaktadır. Bu da demek oluyor ki beyin egzersizleri yaparak sahip olunan potansiyel en etkin şekilde değerlendirilebilir.

Beyin egzersizleri, zeka oyunları, özel eğitim gibi destekler zeka geriliği mevcut olan çocukların hayata katılmalarına ön ayak olur.

ÇÖLYAK HASTALIĞI

Çölyak Hastalığı Nedir?

Çölyak hastalığı; besinlerdeki buğday, arpa ve çavdarda bulunan glüten adlı bir proteine karşı hassasiyet ile ortaya çıkar. Bir bağışıklık sistemi hastalığıdır ve her yaşta görülebilir. Özellikle ailesinde çölyak hastası olan çocuklarda görülme ihtimali fazladır, yani genetik geçiş önemli rol oynar.

Bağışıklık sistemimiz bakteri, virüs gibi zararlı maddelere karşı antikor üreterek vücudu korumaya çalışır. Ancak vücut bazen yararlı olabilecek maddelere karşı da antikor geliştirebilir. Çölyak hastalığında glüten adlı proteine karşı vücudun geliştirdiği antikor, ince bağırsaklarda hasara ve çölyak hastalığının gelişimine neden olur.

Çölyak hastalığında ince bağırsağın içindeki villus adı verilen, besin emiliminin sağlandığı parmaksı çıkıntılardan oluşan tabaka zarar görür. Bağırsak mukozasındaki bu değişiklikler besin maddelerinin sindirimini ve emilimini olumsuz etkiler. Özellikle demir ve folik asit gibi kan yapımının ana elemanlarının emilimi bozulur.

İleri yaşlarda hastalığın belirtileri daha geniş bir yelpazeye yayılır. Hastalığın tedavisi yoktur ve glüten içeren gıdalar kesildiğinde bağırsaktaki zarar önlenir ve şikayetler yok olur.

Toplumda her 100 kişiden 1’inde görülen bu hastalığın görülme ihtimali, ailede çölyak hikayesi varsa 10 katına kadar artar.

 

Çeşitleri

Çölyak Hastalığının Çeşitleri Nelerdir?

Çölyak hastalığı çok farklı semptomlar ve bulgularla kendisini gösterebiliyor. Bazı hastalarda bulgular belirgin olurken, bazılarında çok hafif görülebiliyor. Bu özelliği nedeniyle hastalık klasik çölyakatipik çölyak, sessiz çölyak ve potansiyel  çölyak gibi farklı klinik tablolarda değerlendiriliyor.

Klasik Çölyak

Daha çok süt çocukları ve küçük çocuklarda, yaşamın 6-24. aylarında glüten alımı başladıktan sonra ortaya çıkıyor.

Büyüme geriliği,  kronik ishal, karında şişlik, halsizlik, iştahsızlık, kusma, adale zayıflığı gibi belirtiler görülüyor. Emilim ve sindirim bozukluğu ön planda oluyor. Demir, folik asit ve D vitamini eksikliği (kemik gelişme bozuklukları) ile kanamaya eğilim (pıhtılaşma bozuklukları) sıkça görülüyor.

Ayırıcı tanıda laktoz intoleransı (süte bağlı karın ağrısı, şişkinlik, ishal) ve bazı paraziter hastalıkların (giardiasis) mutlaka araştırılması gerekiyor.

Atipik Çölyak

Hastalığın bu türüne ise genellikle 5-6 yaş üstü büyük çocuklarda ve erişkinlerde rastlanıyor. Genellikle bulgular çok hafif görülüyor ve sindirim sistemi dışı bulguları ön planda oluyor. Hastalar tek bir belirti ya da bulguya sahip olabiliyor.

Boy kısalığı, pubertede gecikme, diş minesi defektleri ve demir eksikliğinin yanında sindirim sistemine ait tekrarlayan karın ağrısı, bulantı, kusma, karaciğer enzimlerinde yükselme ile kabızlık gibi tipik olmayan bulgular görülebiliyor.

Bu hastalara tanı koymak oldukça zor oluyor. Söz konusu şikayetleri olan kişilerde çölyak hastalığının mutlaka düşünülmesi gerekiyor.

Atipik çölyak, huzursuz bağırsak sendromu ile karışabiliyor. Açıklanamayan demir, folik asit ve B12 vitamini eksikliği ile kemik gelişme problemleri, tekrarlayan karın ağrısı, karın şişliği ve serum albümin düzeyinde düşme gibi durumlarda da çölyak hastalığının akla getirilmesi önem taşıyor.

Sessiz Çölyak

Çölyak açısından herhangi bir şikayeti ve bulgusu bulunmayan bireylerin yakınlarına çölyak hastalığı teşhisi konmasının sonucunda yapılan aile taramalarında veya herhangi bir başka nedenle yapılan tetkiklerde tesadüfen tipik çölyak hastalığının rastlanmasıdır.

Potansiyel  Çölyak Hastalığı

Çölyak testlerinde pozitif sonuç çıkan, ancak ince bağırsak biyopsileri normal ya da minimal değişiklik gösteren bir durum. Sonraki yıllarda glüten hassasiyeti çıkacağından düzenli doktor kontrolünde izlem yapılıyor.

Non-çölyak Glüten Hassasiyeti

 

Glüteni tolere edemeyen, ancak kanında çölyak hastalığına özgü antikorlar bulunmayan ve ince bağırsak dokusunda hasar gözlenmeyen bir durumu tanımlıyor. Non-çölyak glüten hassasiyetine toplumun yaklaşık yüzde 20’sinde rastlanıyor.

Belirtiler çölyak hastalığı ile benzer olsa da hafif seyrediyor. Ancak bazı çalışmalarda baş ağrısı, konsantrasyon bozukluğu, eklem ağrısı, bacak, kol ve parmaklarda uyuşma gibi sindirim sistemi dışı belirtiler bulunabiliyor. Belirtiler glüten alımından saatler, hatta günler sonra ortaya çıkabiliyor.

Bu durumun tanısı için kesin bir test bulunmuyor. Çölyak ve diğer hastalıklar dışlandıktan sonra teşhis konabiliyor.

Hastaların, çölyak hastalığında olduğu gibi tamamen glütensiz diyet uygulaması gerekiyor. Bunun hayat boyu mu, yoksa belli bir dönem mi devam edeceğine dair somut kanıtlar bulunmuyor.

 

Nedenleri

Çölyak Hastalığının Nedenleri Nelerdir?

Çölyak hastalığı, genetik olarak yatkın bireylerde görülüyor. Hastaların yakın akrabalarında da çölyak ya da Dermatitis herpetiformis (Gluten intolerasından kaynaklanan deri hastalığı) hastalığının görülme olasılığı daha yüksek.

Hastanın yediği besinlerin içerisinde glüten bulunmadığı sürece hastalık bir bulgu vermiyor. Bu yüzden buğdayın beslenmede önemli yer tuttuğu bölgelerde sık görülürken, Çin ya da Japonya gibi ülkelerde nadir rastlanıyor.

Dünyadaki sıklığı ülkeden ülkeye değişmekle birlikte ortalama % 1 civarında görülmektedir. Türkiye’de 6-17 yaş grubu okul çocuklarında yapılan çalışmada hastalığın görülme sıklığı % 1.7 olarak belirlenmiştir. Yetişkinlerde görülme sıklığı ise % 1 olarak bildirilmektedir.

 

Belirtiler

Çölyak Hastalığının Belirtileri Nelerdir?

2 Yaş Altı Çocuklarda

  • Kusma
  • Kronik ishal
  • Karında şişlik
  • Gelişme geriliği
  • İştahsızlık

2 Yaş Üstü Çocuklarda

  • Birkaç haftadır geçmeyen ishal
  • Akranlarından daha kısa ve zayıf olma
  • Gelişimin yavaşlaması
  • Kronik kabızlık ve kusma
  • Kilo kaybı
  • Sinirlilik
  • Ergenlikte gecikme
  • Dikkat eksikliği / hiperaktivite bozukluğu (DEHB), öğrenme güçlükleri, baş ağrıları, kas koordinasyonu ve nöbetlerinin olmaması gibi nörolojik semptomlar.

Yetişkinlerde

  • Karın şişliği
  • Kansızlık
  • İshal
  • Kusma
  • Kabızlık
  • Açık renkli ya da kötü kokulu dışkı, tuvalet ihtiyacının artması
  • Karın ağrısı ve kramp
  • İştahsızlık ve gaz şikayetleri
  • Kilo kaybı
  • Yorgunluk ve halsizlik
  • Kemik veya eklem ağrısı
  • Demir eksikliği
  • Baş ağrısı
  • Nedeni bilinmeyen karaciğer hastalıkları
  • Duygudurum değişiklikleri, sinirlilik ve depresyon
  • Kısırlık
  • Deri döküntüleri
  • Diş minesi sorunları
 

Tanı Yöntemleri

Çölyak Hastalığının Tanı Yöntemleri

Çocuklarda çölyak tanısı koymak çok daha kolay. Sebepsiz karın ağrısı, alerji, inatçı kusma, deri döküntüsü, tedaviye rağmen düzelmeyen kansızlık ve gelişme geriliği gibi belirtiler Çölyak hastalığının göstergesi olabiliyor.

Ancak erişkinlerde tanının koyulması çocuklar kadar kolay değil çünkü yetişkinlerde bu belirtilerden sadece bir tanesi görülebiliyor.

Tanıda serolojik testler ve ince bağırsak biyopsisi uygulanıyor.

Serolojik testler için kanda Antigliadin ve antiendomisyum antikor testleri yapılıyor. Duyarlılık ve özgünlüğü en yüksek olan ise doku transglutaminaz antikor Ig A ve G testleri oluyor. Bu testler tarama ve izleme amaçlı da kullanılıyor.

Kesin tanı için endoskopi ile ince bağırsak yapısı değerlendiriliyor, biyopsi alınabiliyor.

Bağırsak katlantılarındaki taraksı görünüm, katlantılarda azalma ve düzleşme ile ince bağırsak yüzeyinde emilimi sağlayan parmak şeklinde ve villüs adı verilen yapıların düzleşmesi, yassılaşması bu hastalarda sık görülüyor.

İnce bağırsağın başlangıç kısımlarında hastalığa daha sık rastlandığından, bu bölge biyopsileri doğru sonuç veriyor. Ancak tanı konulurken hafif ve sessiz olguların varlığının da unutulmaması gerekiyor.

 

Tedavi Yöntemleri

Çölyak Hastalığının Tedavi Yöntemleri

Çölyak hastalarının yaşam boyu glütensiz diyet uygulanması gerekiyor. Tedavi sürecinde glütenin diyetten uzaklaştırılmasıyla bağırsak yapısında hızla düzelme sağlanıyor. İltihap düzeliyor, emilim normale dönüyor.

Çölyak hastalarının tedavisinde uygulanması gereken bazı kurallar bulunuyor. Bu nedenle bir diyetisyenle görüşmeleri ve konuyla ilgili bilgilenmeleri önem taşıyor.

Glütensiz diyete ömür boyu uyum sağlanması, besinsel eksikliklerin saptanması ve tedavi edilmesi gerekiyor. Ayrıca düzenli klinik ve laboratuvar izlemleri yapılması önem taşıyor.

Çölyak Hastalarının Beslenmesinde Dikkat Etmesi Gerekenler 

Glütensiz diyette yulaf, arpa, çavdar ve buğday olmuyor. Pirinç ve mısırın sıklıkla tüketilmesi gerekiyor. Diyet dışında eksik olan, demir ve B12 vitamini gibi besin öğelerinin yerine konması önem taşıyor.

Hastaları glütensiz diyet konusunda eğitmek, sıkı diyet yapması için motive etmek önem taşıyor. Bazen glütensiz diyet ile iyi sonuç alınmakla birlikte demir, folik asit, B12 vitamini, A, D, E, K gibi yağda eriyen vitaminlerin ve kalsiyumun kısa ya da uzun süreli verilmesi gerekebiliyor.

Glüten İçeren Besinler

Ekmek, makarna, tahıl gevreği, gözleme, salça, sos, pasta, kek, çörek, peksimet, galeta, kraker, bisküvi, pasta, irmik ve kepekte glüten bulunuyor.

Glüten İçermeyen Besinler

Mısır, beyaz pirinç, soya, karabuğday, patates unu, keten tohumu, mercimek, fasulye, nohut, fındık, fıstık, badem, ceviz, meyveler, sebzeler, klasik peynir, mandıra sütü, kefir, yoğurt, turşu, boza, sirke, nar suyu ve nar ekşisi glüten içermeyen gıdalar arasında.

D VİTAMİNİ

D Vitamini Nedir?

Sağlıklı kemikler oluşturmak ve kemik sağlığını korumak için D vitaminin varlığı çok mühimdir. Bunun esas nedeni, kemiğin birincil bileşeni olan kalsiyumun ancak D vitamini varlığında vücut tarafından emilmesidir. Güneş ışınlarının, ciltteki bir kimyasalı aktif bir vitamin (kalsiferol) formuna dönüştürmesiyle vücutta D vitamini üretilir.

Cildinizin ürettiği D vitamini miktarı; günün saatine, mevsime, cilt pigmentasyonuna bağlı olarak değişiklik gösterebilmektedir. Yaşanılan yere, yaşam tarzına bağlı olarak, D vitamin üretiminde azalma olabilir ya da tamamen yok olabilir. Güneş kremi önlemli olsa bile D vitamini üretimini azaltabilir.

D Vitamini Nasıl Alınır?

Güneşe maruz kalma, çoğu kişi için D vitamini almanın kolay ve güvenilir bir yoludur. Ellerin, yüzün, kolların ve bacakların haftada 2-3 kez güneş ışığına maruz kalması, hafif bir hastalığın gelişmesi için gereken sürenin yaklaşık dörtte biri kadar sürer. Güneşe çok fazla maruz kalmanın da negatif etkileri söz konusudur çünkü maruz kalma süresi yaşa, cilt tipine, mevsime, günün saatine vb. faktörlere bağlı olarak değişiklik gösterebilir.

Güneş kremi olmadan sadece 6 gün boyunca güneş ışığına maruz kalma, 49 gün boyunca hiç güneş ışığına maruz kalmamayı telafi edebilir. Vücut yağları D vitamini fazlasını yağda depolar ve ihtiyaç olunan dönemde serbest bırakır.

İdeal D Vitamini Seviyesi Nedir?

Düzenli güneş ışığına maruz kalmayan çoğu insan, D vitamini emmede sıkıntı yaşar. Bu yüzden D vitamini içeren multivitaminlerle beraber kemik sağlığını desteklemek faydalı olacaktır.

Önerilen günlük D vitamini ise;

  • 12 aya kadar çocuklar için 400 IU
  • 1-70 yaş arası 600 IU
  • 70 yaşın üzerindeki kişiler için 800 IU seviyelerinde seyretmektedir.

Fakat yaşlılar D vitamini eksikliği riski altındadır. Çünkü güneşte zaman geçirme olasılıkları düşüktür, ciltlerinde güneş ışığını D vitaminine çeviren daha az sayıda reseptör bulunur, besinlerden yeterli D vitamini alamayabilirler ve emiliminde sorun çıkabilir.

D vitamini olmadan kemikler, yumuşak, ince ve kırılgan hale gelebilir. Yetersiz D vitamini ayrıca osteoporoz ve bazı kanser türleriyle bağlantılıdır. Güneş ışığından ve bazı besin kaynaklarından  D vitaminini edinmezseniz, D vitamini takviyesi ihtiyacı doğabilir. D vitamini takviyelerini, yağ içeren bir besinle birlikte almak, daha iyi emilmesini sağlamaktadır.

D Vitamininin Faydaları Nelerdir?

Kanser: Araştırmalara göre d vitamini kalsiyumla birlikte alındığında bazı kanserlerin önlenmesine yardımcı olabilir.

 

Bilişsel Sağlık: D vitamini takviyesi almak bilişsel işlevi iyileştirmeye yardımcıdır.

 

Kalıtsal Bozukluklar: D vitamini takviyeleri, ailesel hipofosfatemi gibi D vitamini emiliminin engellenmesi ya da işlenememesinden kaynaklı kalıtsal bozuklukların tedavisi amacıyla kullanılabilir.

 

Multipl Skleroz: Araştırmalar, uzun süreli D vitamini takviyesinin multipl skleroz riskini azalttığını göstermektedir.

 

Osteomalazi: D vitamini takviyeleri, kemik mimeral içeriği kaybı, kemik ağrısı, kas zayıflığı, yumuşak kemikler gibi ciddi D vitamini eksikliği olan yetişkinleri tedavi etmek amacıyla kullanılır.

 

Osteoporoz (Kemik erimesi): Yeterli miktarda D vitamini ve kalsiyum alan kişilerin kemik mineral kaybı yavaşlayabilir, kemik kırıkları azalabilir ve osteoporozu önlenebilir.

 

Sedef Hastalığı: D vitamini ya da bir D vitamini bileşiğini cilde uygulamak sedef hastalığının tedavi edilmesinde rol oynayabilir.

 

Raşitizm: D vitamini eksikliği olan çocuklarda gelişir, D vitamini takviyesi ile beraber tedavi edilebilir.

 

D Vitamini Kaynakları Nelerdir?

D vitamininin temel kaynağı güneştir. D vitamini ultraviyole ışınlarının cilde temasının ardından oluşan bazı metabolik süreçler neticesinde üretilmektedir. Bu sebeple, her gün, yüzler ve kollar açık, güneşin geliş açısına bağlı olarak (en ideal saatler: 11.00-15.00) 20 ila 30 dakika güneşlenme sayesinde yeterli oranda D vitamini üretilebilir. 

Günlük D vitamini ihtiyacını sadece besinler ile sağlamak mümkün değildir. Çünkü besinlerle günlük ihtiyacın yalnızca %20’si karşılanmaktadır. Bu yüzden güneş ışığından yararlanamayan bireyler büyük risk altındadır. Bu yüzden hekimle bu bilgilerin paylaşılıp, gerekli görüldüğü takdirde de D vitamini takviyesi verilmesi gereklidir.

 

Koruyucu krem, kıyafetle ve pencere arkasından güneşlenmek, D vitamini üretimini sekteye uğratıyor olabilir. Düzenli bir şekilde uyumak, D vitamininden daha fazla faydalanmanıza olanak tanıyor.

D Vitamini Eksikliği Kimlerde Görülür?

  • Kapalı ortamda çalışan kişiler
  • Yaşlılar
  • Beslenme bozukluğu olanlar
  • Yüksek faktörlü güneş kremi kullananlar
  • Kapalı giysi giyenler
  • Gebe ve emziren kadınlar
  • Böbrek hastalığı olan kişiler
  • Karaciğer hastalığı olanlar

D Vitamini Eksikliği ve Fazlalığında Ne Olur?

Uygun dozda alınan D vitamini genellikle güvenli kabul edilmektedir. Ancak vücuda aşırı doz D vitamini almak zararlı olabilir. 

Fazla miktarda alınan D vitaminine bağlı olarak; mide bulantısı, kusma, iştahsızlık, kabızlık, zayıflık, kilo kaybı, bilinç bulanıklığı, konfüzyon, yönelim bozukluğu, kalp ritmi sorunları, böbrek hasarı gibi rahatsızlıklar görülebilir. Ayrıca yüksek doz D vitamini; doku ve eklem kireçlenmelerine, böbrek taşı oluşumuna, yüksek tansiyona ve kanda kalsiyum artışına neden olabilmektedir.

D vitamini eksikliği, pek çok hastalığa zemin hazırlayabilir. Gündelik hayatta, kapalı ortamlarda çalışma, açık hava aktivitelerinden uzak olma ve yetersiz beslenmeye bağlı olarak D vitamini eksikliğinde artış gözlemlenebilir. D vitamini eksikliğinde;  vücut ağrısı, halsizlik, yürüme güçlüğü, kemik ağrısı, güçsüzlük, saç dökülmesi, baş ağrısı, depresyon, değişken ruh hali, uykusuzluk, gözaltı morlukları, aşırı terleme, kilo vermede güçlük çekme, sürekli üşüme gibi belirtiler hakimdir.

Hamilelikte D Vitamini Eksikliği

Hamilelik döneminde anne ve çocuk sağlığı adına D vitamini kullanımı oldukça önemlidir. Anne karnındaki bebek, kalsiyum ihtiyacını anneden karşıladığı için annenin bu dönemde D vitamini düzeyinin yeterli olması gerekmektedir. D vitamini eksikliği olan anne ve bebeklerin kemiklerinde yumuşama, zayıflama ya da bebeğin kaslarında meydana gelen zayıflık, diş çıkmasında meydana gelen zayıflık da D vitamini ile alakalıdır.

Hamilelikte D vitaminini eksik düzeyde almak, bebek üzerinde kalıcı hasarlar oluşmasına neden olabilmektedir ve doğumdan sonraki vitamin takviyesi ile beraber de tam olarak düzelme sağlanamamaktadır.

Anne adaylarına 12. hafta itibariyle D vitamini takviyesine başlanılmalı ve emzirme döneminin 6. ayına kadar devam edilmelidir.

D vitamini Düzeyinizi Kontrol Altında Tutun!

D vitamini takviyesi alan kişilerin 6 ayda bir vitamin ve kalsiyum düzeyini kontrol ettirmesi gerekir. Yeni başlamak istiyorsanız da öncesinde mutlaka test yaptırmalısınız. Çünkü D vitamini seviyenize bağlı olarak değişen miktarlarda takviye tavsiye edilmektedir.

DEMİR EKSİKLİĞİ ANEMİSİ

Demir Eksikliği Anemisi Nedir?

Alyuvar hücreleri vücut dokularına oksijen taşıma işlevini görürler. Demir eksikliği anemisi, kanda yeterli sayıda sağlıklı alyuvar hücrelerinin bulunmaması durumuna verilen isim olan aneminin yaygın olarak görülen bir alt türüdür.

İsminden belli olduğu üzere, demir eksikliği anemisi vücuttaki demir miktarının yetersiz olmasından kaynaklanmaktadır. İnsan vücudu yeterli demire sahip değilse, alyuvar hücreleri de vücudun ihtiyacı olan yerlerine oksijen taşımalarını sağlayan madde olan hemoglobin maddesini üretemez. Demir eksikliği anemisi, bunun doğrudan bir sonucu olarak bireyi yorgun ve nefes darlığından muzdarip bir halde bırakabilir.

Normal şartlar altında demir eksikliği anemisini demir takviyesi ile düzeltmek mümkündür. Ancak bazı vakalarda, özellikle de iç kanama şüphesinin olduğu durumlarda demir eksikliği anemisinin giderilmesi için ek görüntüleme ve laboratuar testleri veya tedavi yöntemlerinin kullanılması gerekli olabilir. 

 

Nedenleri

Demir Eksikliği Anemisi Neden Olur?

Demir eksikliği anemisi, bireyin vücudunda hemoglobin üretmek için yeterli demir olmadığında ortaya çıkar. Hemoglobin, kana kırmızı rengini verir ve alyuvar hücrelerinin vücut içinde oksijenli kanı taşımasını sağlayan sistemin önemli bir parçasıdır. Yeterince demir tüketmeyen veya günlük hayatında çok fazla demir kaybeden bireylerin vücutları yeterli miktarlarda hemoglobin üretemez. Bu da doğrudan demir eksikliği anemisine neden olur.

 

Demir eksikliği anemisinin nedenleri arasında öncelikle kan kaybı, diyetteki demir eksikliği, demir emilimi gerçekleştirememe ve gebelik bulunur. 

 

Kanda bulunan alyuvar hücreleri demir içerir. Yani kan kaybeden bireyler, aynı zamanda bu kanda bulunan demiri kaybeder. Adet dönemleri ağır kanamalı olan kadınlar, adet döneminde kan kaybettikleri için demir eksikliği anemisi riski altındadır.

Kolon polipimide fıtığı, kolorektal kanseveya peptik ülser gibi vücutta yavaş ama kronik, yani sürekli kan kaybına neden olan tıbbi durumlar da demir eksikliği anemisine neden olabilir. Gastrointestinal kanamalar, yani sindirim sistemi içinde gerçekleşen kanamalar özellikle reçetesiz satılan ağrı kesicilerin düzenli kullanımından kaynaklanabilir.

İnsan vücudu düzenli olarak yediği gıdalardan demir alır. Çok az demir tüketen bireylerin vücudunda zamanla demir eksikliği yaşanabilir. Demir açısından zengin yiyecekler arasında et, yapraklı yeşil sebzeler, yumurta ve demir açısından zenginleştirilmiş yiyecekler bulunur.

Ispanağın demir açısından diğer yeşil yapraklı bitkilere oranla çok daha zengin olduğu iddiası ise ne yazık ki doğru değildir ve bu konuyla ilgili yapılan araştırmalar, bu sonucu veren ilk araştırmada bir ölçüm hatası yapıldığını göstermiştir. Bebekler ve çocukların da düzgün büyüme ve gelişme sürdürebilmeleri için diyetlerinde demir bulunmasına ihtiyaçları vardır.

Yiyeceklerdeki demir, bireyin sindirim sistemi içinde ince bağırsaklardan kan dolaşımına emilir. Bireyin bağırsağının sindirilmiş gıdalardan besinleri emme yeteneğini etkileyen örneğin çölyak hastalığı gibi bir bağırsak hastalığı, bireyde demir eksikliği anemisi gelişmesine yol açabilir. İnce bağırsakların bir kısmı cerrahi olarak baypas edilmiş veya çıkarılmışsa, bu durum da bireyin demir ve diğer besin maddelerini emme yeteneğini doğrudan zayıflatabilir.

Birçok gebe kadında demir eksikliği anemisi ortaya çıkar çünkü demir depolarının büyüyen fetüs için hemoglobin kaynağı olmasının yanı sıra kendi artan kan hacmine hizmet etmesi gerekir. Bunu engellemek için gebelik sürecinde doktorun öngördüğü oranlarda demir takviyesi alması gereklidir.

Bebekler, çocuklar, kadınlar, sık sık kan bağışı yapan bireyler, vejetaryenler ve veganlarda demir eksikliği anemisi gelişmesi riski daha yüksektir. Hem adet sırasında kan kaybettikleri için hem de hamilelik döneminde demir ihtiyaçları arttığı için genel olarak kadınlar, demir eksikliği anemisi açısından daha büyük risk altındadır. 

Bebekler, özellikle erken doğanlar ve doğumda düşük ağırlıklı olanlar, anne sütünden yeterince demir alamayanlar demir eksikliği riski altına girebilir. Özellikle hızlı büyüme dönemlerinde çocukların fazladan demire ihtiyaçları vardır. Bu sebeple çocuklara sağlıklı ve çeşitli bir diyet sunulmalıdır. 

Kan bağışı demir depolarını tüketebilir. Bu sebeple düzenli olarak kan bağışı yapan bireylerin demir eksikliği anemisi riski daha yüksektir. Kan bağışı nedeniyle düşen hemoglobin oranı demir açısından zengin yiyeceklerin daha fazla tüketilmesiyle giderilen geçici bir sorun olabilir.  Düşük hemoglobin nedeniyle kan bağışı yapamayacağı söylenen bireyler mutlaka durumu kontrol ettirmek için bir doktora başvurmalıdır. 

Vegan ve vejeteryan oldukları için et yemeyen bireyler diyetlerinde demir açısından zengin diğer yiyeceklere ağırlık vermezlerse, daha yüksek demir eksikliği anemisi riski altında kalabilirler.

Demir Eksikliği Anemisi İle Ortaya Çıkabilecek Komplikasyonlar Nelerdir?

Hafif seviyelerdeki demir eksikliği anemisi genellikle komplikasyonlara neden olmaz. Ancak, bununla birlikte, erkenden tedavi sürecine başlanmazsa, demir eksikliği anemisi daha ağır bir  hale gelebilir ve çeşitli sağlık sorunlarına yol açabilir.

Demir eksikliği anemisi ile ortaya çıkabilecek komplikasyonlar arasında genel olarak büyüme sorunları, hamilelik sırasında çıkabilecek sorunlar ve kalp sorunları bulunur. Bunların yanı sıra demir eksikliği anemisi enfeksiyonlara karşı artan duyarlılıkla doğrudan ilişkilidir.

Bebeklerde ve çocuklarda, şiddetli demir eksikliği hem anemiye hem de büyüme ve gelişmede gecikme ile geriliğe yol açabilir. Hamile kadınlarda, şiddetli demir eksikliği anemisi erken doğumlar ve doğumda düşük ağırlıklı bebeklerle doğrudan ilişkilendirilmiştir. Ancak doğum öncesi bakım sürecinin bir parçası olarak demir takviyesi alan hamile kadınlarda bu durum kolaylıkla önlenebilir.

 

Demir eksikliği anemisi hem yetişkinlerde hem de çocuklarda düzensiz veya hızlı kalp atışına neden olabilir. Anemik bireylerin kalpleri kanda taşınan oksijen eksikliğinin telafi edilmesi için daha fazla kan pompalamak zorundadır. Bu da aşırı çalışmaktan dolayı kalp büyümesine veya kalp yetmezliğine yol açabilir.

Demir Eksikliği Anemisi Nasıl Önlenir?

Demir eksikliği anemisini önlemenin normal şartlar altında en kolay ve etkili yolu, demir açısından zengin yiyecekleri tercih etmek ve bu sayede demir eksikliği anemisi riskini en aza indirmektir. 

 

Demir açısından zengin yiyecekler arasında bezelye, deniz ürünleri, fasulye, ıspanak gibi koyu yeşil yapraklı sebzeler, kırmızı et, tavuk ya da hindi gibi kümes hayvanları, kuru üzüm ya da kayısı gibi kurutulmuş meyveler, demirle zenginleştirilmiş tahıllar ve ekmek ya da makarna gibi özellikle gluten içeren tahıl ürünleri bulunur.

İnsan vücudu demiri etten diğer kaynaklara göre çok daha fazla oranda emebilir. Et yememeyi seçen bireylerin, sağlıklı miktarda demiri emebilmesi için demir açısından zengin, bitki bazlı yiyeceklerin alımını çok daha arttırması gerekebilir. 

Demir emilimini artırmak için C vitamini içeren besinlerin tüketimini artırmak faydalı olabilir. Portakal ya da limon suyu gibi narenciye sularında doğal olarak bulunan C vitamini, bireyin sindirim sisteminin demiri daha iyi emmesine yardımcı olur. C vitamini biber, brokoli, çilek, domates, greyfurt, kavun, kivi, mandalina, portakal ve yeşil yapraklı sebzelerde yoğun olarak bulunur.

 

Bebeklerde demir eksikliği anemisini önlenmesi için bebeğin ilk yıl demir eksikliği olmayan annelerin sütü veya demir takviyeli mama ile beslenmesi önemlidir. İnek sütü bebekler için aynı etkinlikte bir demir kaynağı değildir ve 1 yaşın altındaki bebekler için tavsiye edilmez.

Bebekler 6. aylarına girdikten sonra, bebeğin demir alımını artırmak ve gelişimini korumak için, doktor tavsiyesi ile günde iki kez demir takviyeli tahıllar veya püre haline getirilmiş et verilmesi etkili olabilir. 1 yaşından itibaren de çocukların günde 590 – 600 mililitreden daha fazla süt içmemesi gerekir. Bebekler tarafından tüketilen çok fazla süt, demirin vücut tarafından emilimini azaltır.

 

Belirtiler

Demir Eksikliği Anemisi Belirtileri Nelerdir?

Demir eksikliği anemisi ilk aşamalarda çok hafif belirti veya semptomlara sahip olacağı için durum fark edilmeyebilir. Ancak vücuttaki demir eksikliği arttıkça ve anemi durumu daha ağırlaştıkça belirtiler ve semptomlar yoğunlaşır.

Demir eksikliği anemisi belirti ve semptomları arasında aşırı yorgunluk, halsizlik, buz, toprak, ya da toz gibi besleyici olmayan maddeleri yemek için olağan dışı bir istek, genel ağrı veya iltihaplanma, baş ağrısı, baş dönmesi, göğüs ağrısı, hızlı kalp atışı veya nefes darlığı, tırnaklarda kırılganlık, eller ile ayaklarda soğukluk hissi, soluk cilt, ve demir eksikliği anemisi olan bebeklerde veçocuklarda özellikle iştahsızlık bulunur.

 

Demir eksikliği anemisini düşündüren belirti ve semptomları gösteren bireyler ve doktorların doktora başvurması gereklidir. Demir eksikliği anemisi, bireylerin kendi kendine teşhis veya tedavi edebileceği bir durum değildir.

Demir eksikliğinin tehlikelerinin yanı sıra vücudun aşırı demir ile yüklenmesi de tehlikeli olabilir çünkü aşırı demir birikimi karaciğerinize zarar verebilir ve başka komplikasyonlara neden olabilir. Bu sebeple bireyler demir takviyelerini kendi başlarına göre almaktansa teşhis ve doğru oranlarda tedavi için doktora başvurmalıdır. 

 

Tanı Yöntemleri

Demir Eksikliği Anemisi Nasıl Teşhis Edilir?

Demir eksikliği anemisinin teşhis edilmesi için çeşitli kan tahlilleri yapılması gerekli olabilir. Bu testlerde öncelikle alyuvarların boyutu ve rengi incelenir. Demir eksikliği anemisinde alyuvarlar normalde olması gerektiğinden daha küçük ve daha soluk renkli görünürler. Ardından kan hacminin ne kadarlık bir yüzdesinin alyuvarlardan meydana geldiği, yani hematokrit değeri incelenir.

 

Yetişkin kadınlar için normal değerler genellikle yüzde 35, 5 ile 44, 9 arasındayken, yetişkin erkekler için yüzde 38, 3 ile 48, 6 arasındadır. Bu değerler bireyin yaşına göre değişiklik gösterebilir. 

Normalden düşük hemoglobin seviyeleri de anemi varlığına işaret eder. Normal hemoglobin aralığı genellikle kadınlar için 11.6 ila 15 g/dL iken, bu değer erkekler için 13.2 ila 16.6 g/dL hemoglobin olarak tanımlanır.

Ferritin adı verilen bir protein türü bireyin vücudunda demirin depolanmasına yardımcı olur. Düşük ferritin seviyeleri, genellikle vücutta demirin düşük seviyede depolanmış olduğuna işaret eder.

Kan tahlili sonucunda demir eksikliği anemisini tanısı konulduysa, altta yatan nedenin belirlenmesi için bir takım ek test ve tahlillerin yapılması gerekli olabilir. 

Doktorlar sıklıkla mide fıtığı, ülser veya midede kanama olup olmadığını endoskopi yardımıyla kontrol ederler. Endoskopi sürecinde, ince, ışıklı ve içinde video kamera bulunan bir tüp bireyin boğazından aşağı midesine doğru geçirilir. Bu sayede doktor bireyin ağzından midesine kadar uzanan yemek borusu da dahil olmak üzere üst sindirim sistemi boyunca ve mide içinde olası kanama kaynaklarını saptayabilir.

Doktor, bağırsakların içindeki olası kanama kaynaklarının varlığını dışlamak için kolonoskopi adı verilen bir prosedür önerebilir. Bir video kamera ile donatılmış ince, esnek bir tüp bireyin rektumuna yerleştirilir ve kolona, yanı bağırsaklara yönlendirilir. Bu test sürecinde genellikle bireye sakinleştirici verilir. Doktorlar kolonoskopi sayesinde kolonun ve rektumun bir kısmının veya tamamının içini görüntüleyebilir ve olası bir iç kanamanın yerini saptayabilir.

Bunlara ek olarak pelvik ultrason yardımıyla kadınların aşırı adet kanamasının nedeni olabilecek fibroidlerinin varlığı belirlenebilir.

Demir takviyesi ile ilk tedavi süreci tamamlandıktan sonra bireyin demir eksikliği anemisi durumunun ne kadar düzeldiğini belirlemek için çeşitli testler tekrar uygulanabilir

 

Tedavi Yöntemleri

Demir Eksikliği Anemisi Nasıl Tedavi Edilir?

Demir eksikliği anemisini tedavi etmek için doktorlar öncelikle bireyin demir takviyesi almasını önerebilir. Doktor ayrıca gerekli olan durumlarda bireyin demir eksikliğinin altında yatan nedeni de düzeltmek üzere farklı tedavi süreçlerine başlayabilir.

 

Genellikle reçetesiz satılan demir takviyeleri bireyin vücudundaki demir depolarını yenilemek için kullanılabilir. Ancak birey için doğru, uygun ve sağlıklı dozu doktor belirleyecektir. Bebekler ve çocuklar için sıvı halde demir takviyeleri de mevcuttur.

Bireyin tabletlerdeki demiri emmesi oranını artırmak için çeşitli adımların atılması gerekebilir. Bu adımların arasında öncelikle demir takviyelerinin aç karnına, mide boşken alınması gelir. Ancak bazı bireylerde demir takviyeleri mideyi rahatsız edebileceğinden tabletleri yemekle birlikte almak  gerekebilir. Doktor bu konuda da gerekli bilgilendirmeyi yapacaktır.

Demir takviyesi ile antiasitli ilaç kullanımından kaçınılması gereklidir. Mide ekşimesi semptomlarını hemen gideren ilaçlar genellikle demir emilimini engelleyebilir. Bu sebeple antiasit kullanımından en fazla iki saat önce veya en erken dört saat sonra demir takviyesi alınmalıdır. 

 

C vitamini, demir emilimini artırır. Bu sebeple kendiliğinden c vitamini içeren demir tabletleri kullanmak veya demir tabletini bir bardak portakal suyu gibi narenciye suyu ile içmek faydalı olabilir. 

 

Demir takviyeleri bireyde kabızlığa neden olabilir, bu nedenle doktor tavsiyesi ile ayrıca bir dışkı yumuşatıcı kullanılması gerekebilir. Demir, dışkının rengini siyaha çevirebilir. Normal şartlarda tehlikeli bir tıbbi soruna işaret eden bu durum, demir takviyesi kullanımının  zararsız bir yan etkisidir.

Demir eksikliği bir günde düzelebilecek bir durum değildir. Bireyin vücudundaki demir rezervlerini yenilemesi için en az birkaç ay süreyle demir takviyesi alması gerekli olabilir. Hatta vücuttaki demir deposunun tamamen dolması bir seneden fazla sürebilir. Ancak bireyler tedaviyi bir hafta kadar sürdürdükten sonra kendilerini daha iyi hissetmeye başlarlar. 

Özellikle demir takviyelerinin kandaki demir seviyesini artırmadığı vakalarda demir eksikliğinin altta yatan nedenlerini tedavi etmek gerekir. Bu vakalarda, anemi muhtemelen bir kanama kaynağından veya doktorunuzun araştırması ve tedavi etmesi gereken bir demir emilimi sorunundan kaynaklanmaktadır. Bu nedene bağlı olarak, demir eksikliği anemisi tedavisi sürecinde farklı adımların atılması gerekebilir.

Bu adımlar arasında, örneğin ağır adet kanamasını hafifletmek için ilaç kullanılması, anemiye neden olan antibiyortiklerin kesilmesi, peptik ülsere ve kanamaya neden olan ağrı kesicilerin kesilmesi, kanamaya neden olan bir polip, tümör veya fibroidin çıkarılması için cerrahi müdahalelerin yapılması bulunabilir.

Demir eksikliği anemisinin şiddetli olduğu vakalarda demirin damardan verilmesi ya da kan nakli gerçekleştirilmesi gerekli olabilir.

EN YAYGIN GÖZ HASTALIKLARI

Yaygın Göz Hastalıkları Nelerdir?

Dünyaya açılan kapımız gözlerimizde genetik nedenler, enfeksiyon gibi çevresel etkenler ya da yaşlanmaya bağlı olarak sorunlar oluşabiliyor.

Miyop, astigmat ya da hipermetrop gibi görme kusurları kolayca tedavi edilebilirken, diğer hastalıklar için göz doktorunuzun yakın takibinde olmanız şart.

 

Pek çoğumuz herhangi bir rahatsızlıkla karşılaşmadığımız sürece göz sağlığımızı korumak için doktora gitmiyoruz. Oysa gözlerimizde oluşabilecek pek çok hastalık, daha başlangıç aşamasında teşhis edilerek tedavi edilebiliyor.

 

Belirtiler

Yaygın Göz Hastalıklarının Belirtileri Nelerdir?

Göz hastalıklarının erken teşhisi için;

 

  • Gözlerinizde kuruluk, kaşınma, şişme, buğulanma, kanlanma, göz ağrısı, ışık çakması, ışığa karşı hassasiyet gibi bulgular,
  • Ailenizde retina hastalıkları, katarakt, glokom, keratokonus gibi hastalıklar,
  • Gözünüze etki edecek diyabet, tansiyon gibi kronik rahatsızlıklarınız varsa,
  • Daha önce göz ameliyatı geçirdiyseniz,
  • Gözünüze çarpma, batma, yaralanma gibi travmalar aldıysanız,

Erken dönemde göz doktorunuza başvurmayı ve düzenli göz kontrolü yaptırmayı ihmal etmeyin!

En Sık Görülen Göz Hastalıkları

Yaşa Bağlı Görülen Göz Hastalıkları

  • Yaşa bağlı retina dejenerasyonu
  • Katarakt (lensin şeffaflığını kaybetmesi)
  • Diyabete bağlı göz hastalıkları – Şeker hastalığının göze vurması (diyabetik retinopati)
  • Glokom (Göz tansiyonu)
  • Sarı nokta hastalığı (gözün net görmemizi sağlayan kısmının bozulması)

Doğuştan Gelişebilen Göz Hastalıkları

  • Şaşılık
  • Renk Körlüğü
  • Görme Tembelliği

Enfeksiyon, İltihap, Alerji Gibi Durumlarda Oluşan Göz Hastalıkları

  • Arpacık
  • Üveit
  • Konjonktivit
  • Kirpik dibi iltihabı (blefarit)

Genetik ve Çevresel Faktörlere Bağlı Hastalıklar

  • Behçet hastalığı
  • Göz kapağı sorunları
  • Keratokonus (korneanın öne doğru sivrileşerek görmeyi bozması)

Bu Muayeneler Çok Önemli

Gözlerinizde hiçbir sorun ya da belirti yoksa bile düzenli göz doktoru muayenesine gitmeniz çok önemli:

Rutin göz kontrolleri sayesinde ileride onarımı mümkün olmayan retina ve görme siniri gibi göz hasarları henüz ortaya çıkmadan önlenebiliyor.

Hangi Sıklıkta ve Ne Zaman Göz Doktoruna Gitmeli?

  • İlk göz muayenesinin bebek 6 aylıkken yapılması, doğumsal bazı hastalıkların (doğumsal katarakt, kornea hastalıkları gibi) erken tanısını sağlıyor.
  • Hiçbir göz hastalığı olmayan sağlıklı kişiler 50 yaşına kadar 2 yılda bir, 50 yaşından sonra da yılda bir kez göz muayenesinden geçmeye özen göstermeliler.
  • Herhangi bir göz problemi olan kişilerde ise o hastalığın gerektirdiği periyotlarda muayenelerin tekrarlanması da büyük önem taşıyor.

EPİLEPSİ

Epilepsi Nedir?

Gündelik dilde sara hastalığı olarak da bilinen epilepsi, beynin bir bölgesindeki hücrelerin anormal elektrik sinyali yollamasıyla ortaya çıkar. Ülkemiz nüfusunun yaklaşık %1’inin epilepsi hastası olduğu biliniyor.

Sara (Epilepsi), kronik bir hastalıktır. Doğum sırasında ya da daha sonra çeşitli nedenlerle ortaya çıkabilir.

 

En bilinen şekliyle epilepsi, nöbetler ile kendini belli eder. Epilepsi nöbetleri, ani şekilde ortaya çıkar ve beynin tümüne ya da belirli bir bölümüne yayılır. Epilepsi nöbet tipleri beynin hangi bölgesinde başladığına göre değişir. Bazı epilepsi nöbetlerinde bilinç kaybı, kontrolsüz vücut harekeleri olabileceği gibi, bazı nöbetlerde belirtiler silik hissedilir.

Çoğu epilepsi nöbeti 30 saniye ila 2 dakika arasında sürer. 5 dakikadan daha uzun süren bir nöbet varsa acil tıbbi yardım alınması gerekir.

Bazı epilepsi nöbetleri; uyuşukluk, hantal davranışlar, garip tat ve kokular alma, bozulan zaman ve mekan duygusu, az konuşma ve çok yavaş hareket etme şeklinde ortaya çıkabilir.  Çoğu zaman, hastalar meydana gelen nöbetin sadece kısmen farkındadır.

Beyin travmaları, enfeksiyonları, tümörleri gibi beyinde hasara neden olacak durumlar bu hastalığa olabilir. Genetik etkenler de hastalıkta rol oynar. 

Epilepsi Nöbet Çeşitleri 

Epilepsi nöbetleri basit parsiyel nöbet, kompleks parsiyel nöbet ve jenaralize nöbet olarak 3 gruba ayrılırlar. Çoğunlukla bilinen jenaralize epilepsi nöbetleridir. Ancak her epilepsi nöbeti jenaralize epilepsi nöbetinde olduğu gibi gözle görülen şiddetli semptomlara sebep olmaz. 

  • Basit Parsiyel Nöbet

Basit parsiyel nöbetlerde bilinç açık olur. Üç türü vardır:

Temporal lobdan kaynaklanan nöbetler; ani korku, daha önce olmuş bir olayı olmamış gibi hissetme veya olmamış bir olayı olmuş gibi hissetme, kötü koku ve tatlar alma ve içten gelen hoş olmayan bir hisle kendini gösterir.

 

Frontal lobdan kaynaklanan nöbetlerde ise hareket ile ilgili sorunlar görülür.

 

Parietal lobdan kaynaklanan nöbetlerde geçici uyuşukluk belirtileri ve tarifi güç hisler, oksipital lobdan kaynaklanan nöbetlerde de görme alanının yarısını etkileyen flaş şeklinde ışıklar ve değişik renkler görme belirtileri gözlenir.

 

  • Kompleks Parsiyel Nöbet

Kompleks parsiyel nöbetlerde bilinç etkilenmesi meydana gelir. Kompleks parsiyel nöbetlerde çiğneme, yalanma, yutkunma ve bir şey arar gibi şaşkın bakınma hali görülebilir. Bazen hasta elbiselerini çekiştirebilir ve etrafta dolaşabilir. Dakikalar sonra hatta bazen saatler sonra kendine geldiğinde hiçbir şey hatırlamayabilir.

  • Jeneralize Nöbet 

Jeneralize nöbetler tüm beyne yayılır. Halk arasında sara nöbeti olarak bilinen nöbettir. Kişi önce kaskatı kesilir ve yere düşer. Bunun ardından tüm vücut kaslarında kasılıp gevşemeler olur. Nöbet esnasındaki şiddetli hareketler kişinin kontrolü dışında gelişir. Bunun yanı sıra absans ya da petit mal adı verilen kimi jeneralize nöbetlerde kişi her ne kadar vücut şeklini kaybetmese de bilincini kaybedebilir.

Epilepsi Nöbetleri Sırasında Ne Yapmalı?

Her epilepsi nöbeti birbiriyle aynı uzunlukta ve şiddette olmaz. Genellikle epilepsi nöbeti dendiğine akla jeneralize epilepsi nöbeti gelmektedir. Jeneralize epilepsi nöbeti dışardan kolaylıkla fark edilebilir. Böyle bir durumda epilepsi nöbeti geçiren kişinin, dilini ısırmasını önlemek için ağzına sert bir cisim yerleştirmek yanlıştır. Sert cisim hastanın dişlerini kırabilir ya da boğazını tıkayarak nefes almasını engelleyebilir.

Jeneralize epilepsi nöbeti sırasında hastanın düşerken yaralanması engellenmelidir. Hasta yan yatırılmalıdır. Bu sayede nöbet sırasında salya ya da kusma varsa hastanın boğazına kaçması önlenmelidir. Mümkünse başını çarpmasını engellemek için yumuşak kıyafet, yastık gibi bir malzemeyle baş desteklenmelidir. Çevresindeki zarar verici eşyalar uzaklaştırılmalı ve varsa gözlükleri çıkarılmalıdır. Kişinin yakası sıkıysa gevşetilmeli, hava alabileceği bir alan yaratılmalıdır. Kişiye su içirmeye çalışmak, yüzünü ıslatmak gibi hareketlerden kaçınılmalıdır.

 

Epilepsi nöbetlerinde hastaya yapılan müdahalelerin hepsi, nöbet esnasında yaralanmasını önlemeye yönelik olmalıdır. Hastanın geçirdiği nöbetin türüne göre şiddeti de değişebilir. Eğer jenaralize epilepsi nöbeti geçirmiyorsa; hastanın bilinci açık olabilir ya da kısmen etkilenmiştir. Bu durumlarda hastanın yaralanmasını önlemek için gerekenler yapılmalıdır. Hasta zorla yatırılmamalı, hareketleri engellenmemelidir.

 
 

Nedenleri

Epilepsinin Nedenleri Nelerdir?

Epilepsi, birçok nedene sahip olabilen ve her yaşta ortaya çıkabilen bir durumdur. Çoğunlukla çocukluk döneminde başlar. Beyni etkileyen her türlü hastalık epilepsi nöbetlerine neden olabilir. Epilepsinin nedenleri arasında şunlar bulunur:

  • Anne karnında geçirilen enfeksiyonlar
  • Doğum sırasında bebeğin oksijensiz kalması
  • Kafa travması
  • Genetik ve metabolik hastalıklar
  • Tümörler
  • Gelişimsel beyin malformasyonları
  • Menenjit gibi beyin enfeksiyonları epilepsiye yol açabilir.
 
 

Belirtiler

Epilepsinin Belirtileri Nelerdir?

Epilepsi beyindeki bir fonksiyon bozukluğu olduğundan, beynin etkilenen bölgesinin yürüttüğü işleve göre semptomlar farklılaşabilir. Bazı belirtiler şunlardır:

  • Vücutta ani kasılmalar
  • Kollarda ve bacaklarda kontrol edilemeyen sallantılar
  • Şuur kaybı
  • Seri şekilde baş sallama hareketi
  • Kısa bir süre seslere veya konuşmalara yanıt verememe
  • Sabit bir noktaya bakmak
  • Hızlı göz kırpmak
  • Korku, anksiyete ya da deja vu (o anı önce yaşamış gibi hissetme) gibi psikolojik semptomlar

Nöbet Öncesi Belirtiler: Aura’lar

Nöbet, beynin küçük bir bölgesinden başlıyorsa, kişi nöbetin başlangıcında bazı belirtiler yaşayabilir. Buna “aura” denir. Bu belirtiler, beynin hangi alanın anormal elektriksel aktiviteyle ilintili olduğunu gösterir.

  • Uyuşma
  • Görme veya duyma değişikliği
  • Hoş olmayan kokular alma
  • Mide bulantısı ya da midede baskı hissi
  • Ani korku hissi
 
 

Tanı Yöntemleri

Epilepsinin Tanı Yöntemleri Nelerdir?

Bazı hastalarda epilepsi nöbetlerini tetikleyici durumlar olabilir. Örneğin uzun süreli açlık, uykusuzluk, aşırı yorgunluk, kullanılan ilaçların kesilmesi ya da değiştirilmesi, hormonal değişiklikler nöbetlere neden olabilir.

Epilepside nöbetlerin sıklığı, ne kadar sürdüğü, hangi yaşlarda başladığı doktor için önemli ipuçları verir. Bu nedenle hekiminiz detaylı tıbbi öykünüzü alacak ve fizik muayene yapacaktır.

EEG, beynin elektriksel aktivitesini ölçen bir cihazdır; epilepside tanı konmasına ve kontrolsüz elektriksel deşarjların beynin hangi bölgesinden başladığının tespitine yardımcı olur. Beyinde nöbetlere neden olabilecek yapısal bir problem olup olmadığını gösteren MR ve Bilgisayarlı Tomografi incelemeleri epilepside kullanılan yöntemlerdir.

 
 

Tedavi Yöntemleri

Tedavi Yöntemleri

Epilepsi hastalarının çoğu anti-epileptik denilen epilepsi ilaçları yoluyla tedavi edilebilir. İlaçlarla nöbetlerin durdurulması amaçlanır. Bu nedenle ilaçların düzenli olarak kullanımı önemlidir. İlaç tedavisi, hastaların büyük bir bölümünde etkili olmasına rağmen, kimi hastalarda beklenen etkiyi sağlayamayabilir. Bu hastalarda epilepsiye sebep olan altta yatan duruma göre cerrahi tedaviler uygulanabilir.
 
İki tür epilepsi cerrahi yöntemi vardır:
  • İlki epileptik odağın kendisinin kaldırılmasıdır (rezektiv cerrahi).
  • İkincisi nöbet yayılım yollarının kesilmesi yoluyla nöbetlerin yayılmasını, sıklık ve şiddetini azaltmaya yönelik olan cerrahi yöntemdir (fonksiyonel cerrahi, palyatif cerrahi).
Kimi uygun hastalarda ise vagus sinir stimülatörü denilen tedavi uygulanabilmektedir. Göğüs altına yerleştirilen pil, vagus sinirini belli aralıklarla uyarır ve bu nöbetlerde azalma sağlayabilir. Bu tedavi yöntemiyle hastalarda belirgin düzelme sağlanabilir.
 
Diğer bir tedavi seçeneği de ketojenik diyettir. Bazı tür epilepsilerde etkili olan bu diyet yağdan çok zengin beslenilmesi prensibine dayanır. Ancak uzman hekimin onayıyla, diyetisyen kontrolünde uygulanmalıdır.
 

 

Epilepsi Kronik Midir?

Epilepsi kronik bir hastalıktır. Kronik hastalıklar fiziksel etkilerine ek, hastaların psikolojileri üzerinde olumsuz etkili olabilir. Kronik bir hastalıkla yaşayan kişinin, bu hastalığın sağlığının bir parçası olduğunu kabul etmesi önemlidir. Kronik hastalıklarda, hastalıklar tedavi olunca geçecek şeyler değildir. Hasta, öncelikle hastalığının sağlığının bir parçası olduğunu kabul etmeli, hastalığıyla yaşamayı ve hastalığın olumsuz etkilerini azaltmayı öğrenmelidir. Epilepsi hastalığında kontrolsüz nöbetler yaşam kalitesini olumsuz etkileyebilir, fiziksel olarak yaralanmaya sebep olabilir. Bütün bunlar başta hasta ve sonrasında yakınları için zaman zaman bunaltıcı olabilir veya depresyona yol açabilir. Hastalığın hasta üzerindeki olumsuz etkilerini azaltmak için şunlar yapılabilir:
 
  • Stresi yönetmek çok önemlidir. Stres vücut için olağan ve gereklidir. Fazla stres ise var olan sağlık sorunlarını artırabileceği gibi daha birçok soruna neden olabilir. Bu nedenle hasta stresini azaltabilecek yöntemler geliştirmelidir. Böylece stresin nöbetleri tetiklemesinin önüne geçilebilir. 
  • Alkollü içecekleri sınırlandırılmalıdır.
  • Sigaradan kaçınılmalıdır.
  • Hekim tarafından verilen ilaçlar doğru şekilde kullanılmalıdır.
  • Yeterli ve düzenli uyumak önemlidir. Uyku eksikliği nöbeti tetikleyebilir. Yetişkinler için 7-9 saat arası mümkünse gece uykusu düzenli hale getirilmelidir.
  • Egzersiz yapmak, fiziksel ve psikolojik sağlığın korunmasına, depresyonun azalmasına yardımcı olabilir.
 

Bebek ve Çocuklarda Epilepsi

Epilepsi, bebek ve çocuklarda da görülebilen bir hastalıktır. Acil servise başvuran çocukların yaklaşık %1’inin başvuru nedeninin epilepsi nöbetleri olduğu tahmin edilmektedir.
Bebek ve çocuklarda epilepsinin nedenleri ve belirtileri, yetişkinlerde epilepsiyle benzerdir.
 

FOLİK ASİT

Folik Asit Nedir?

Folik asit proteinlerin yapıtaşı olan aminoasitlerin birbirine dönüşmesini sağlar, DNA yapısındaki nükleik asitlerin yapımında ve kan hücrelerinin yapımı ve çoğalmasında etkilidir.

Bebeğinizin vücudunda ilk gelişen sistemlerden biri sinir sistemidir ve folik asit özellikle sinir sisteminin gelişiminde önemli bir rol oynar. Hamilelik döneminde folik asitten yetersiz beslenen gebelerin bebeklerinde sinir tüp bozukluğu (nöral tüp defekti) hastalığı olan spina bifida görülmektedir.

Spina bifida, beyin ve omuriliği oluşturacak olan tüpün embriyonunun gelişimi sırasında düzgün kapanamaması sonucu meydana gelir. Embriyonun nöral tüpünün kapanması hamileliğin ilk dönemlerinde gerçekleşir.

Folik Asit Faydaları

Folik asit vücuttaki fonksiyonların devamlılığı için son derece önemlidir. Folik asit, vücuda oksijen sağlayan sağlıklı kan hücrelerinin oluşmasına yardımcı olur. Folik asit eksikliği ile birlikte yorgunluk, halsizlik ve soluk bir ten rengi meydana gelebilir.

Folik asit, DNA ve diğer genetik materyallerin sentezlemesi, onarımı ve hücrelerin bölünmesi için de oldukça önemlidir. Özellikle hamileliklerde folik asit eksikliği spina  bifida ve anensefali gibi nöral tüp düzensizliklerine yol açabilir.

Folik asiti gün içerisinde tükettiğiniz besinlerden alabileceğiniz gibi aynı zamanda hekiminizin önerdiği ölçüde ilaç olarak da kullanabilirsiniz.

Folik asitin yeterli düzeyde olması birçok hastalığa karşı koruma sağlamaktadır.

Depresyon

Folik asiti düşük olan kişilerin depresyona daha yatkın olduğu gözlemlenmektedir. Bununla birlikte, folik asit takviyeleri almak depresyon ilaçlarını daha etkili hale getirebilir.

Otizm

Bazı araştırmalar, hamilelikten önce ve hamilelik sırasında folik asit almanın bebeğin otizme yakalanma olasılığını azaltabileceğini düşündürmektedir. Bununla birlikte, çalışma sonuçları kesin değildir ve folik asidin potansiyel rolünü belirlemek için daha fazla araştırma yapılması gerekmektedir.

Romatoid artrit

Doktorlar romatoid artriti desteklemek için folik asit kullanılmasını tavsiye edebilir. Folik asit takviyeleri almanın bu yan etkileri büyük oranda azaltabileceğini düşündürmektedir.

Folik Asit Hangi Besinlerde Bulunur?

Özellikle bebek sahibi olmayı planlıyorsanız, gebe kalmadan önceki aylarda folik asit tabletleri almanız önemlidir. Hamilelik öncesinde folik asit kullanılması, gelecekte dönemde bebeğin spina bifida gibi sinir tüpü kusurlarına karşı korumasını sağlar. 

Folik asiti 2 ila 3 aylık periyotlarda tablet şeklinde kullanabilirsiniz. Ayrıca folik asidin doğal formu olan ve folat içeren besinleri daha fazla tüketmeye çalışabilirsiniz. İçerisinde folik asit içeren bazı besinler ise şöyledir;

  • Baklagiller
  • Kuşkonmaz
  • Kuru fasulye
  • Ay çekirdeği
  • Domates suyu
  • Maydanoz, nane, kişniş
  • Çilek
  • Pancar
  • Turunçgiller
  • Brüksel lahanası
  • Brokoli
  • Ispanak
  • Yumurta
  • Soya Fasulyesi
  • Kereviz
  • Ceviz
  • Tahin
  • Fındık
  • Ciğer
  • Buğday
  • Papaya
  • Muz
  • Avokado

Hamilelikte Folik Asit

Hamile kalmayı planlayan kadınların mutlaka folik asit almaları gerekmektedir. Gebelik planlayan kadınlar için genel olarak gebelik öncesinde ve ilk trimesterde günde 400 mcg folik asit alımı önerilmekle beraber, çeşitli durumlarda bu miktar değişiklik gösterebilmektedir; gebeliğin planlandığı süreçten ilk trimestere değin kullanılması gereken folik asit miktarı konusunda hekim desteğine başvurulabilir.

Folik asit yetersizliğinde aynı zamanda megaloblastik anemi görülür. Megaloblastik anemi kemik iliğindeki kan hücrelerinin normalden büyük olması ile karakterize bir kansızlık türüdür. Temelinde folik asit ve B12 vitamini yetersizliği yer alır.  Folik asit yetersizliğine C vitamini ve folik asit içeren besinlerden fakir bir diyet ve yanlış pişirme yöntemleri de neden olabilir.

Folik asitin en iyi kaynakları; kuru fasulye, yeşil sebzeler, yeşil mercimek, tam tahıllı besinler, ceviz içi ve portakal gibi bitkisel besin kaynaklarıdır.

Folik asit suda eriyen bir vitamin olduğu için besinlerin uzun süre pişirilmesi, sebze yemeklerine su eklenerek pişirme sularının dökülmesi folik asit kaybına neden olur. Bu nedenle besinlere uyguladığınız pişirme yöntemlerine dikkat etmelisiniz.

Besinlerde Folik Asit

Besin

Folik Asit ( mcg )

1 tabak kuru fasulye

160

100 gram ceviz

55

1 adet haşlanmış yumurta

26

1 tabak ıspanak yemeği

100

1 bardak portakal suyu

30

3 dilim tam buğday ekmeği

35

 

Demir

Vücudumuzdaki demirin üçte ikisi kanda oksijen taşıyan hemoglobinin bileşiminde bulunur. Yapısında demiri barındıran hemoglobin akciğerlerden hücrelere oksijen, hücrelerden akciğerlere karbondioksit taşır. Demir bağışıklık sistemi ve zihinsel performans için de gereklidir.

Gebelik döneminde demir ihtiyacı artarak günlük ortalama 25 mg/gün demir olarak alınması gerekir. Bu ihtiyacın karşılanabilmesi için kırmızı et ve türevleri, yumurta, koyu yeşil yapraklı sebzeler, kuru baklagiller, kuru üzüm ve kuru incir gibi demirden zengin besinlerin tüketimi arttırılmalıdır.

Bütün gebelere hamilelik döneminde hem bebek hem de plasenta ortalama 3 kat artan kan hacmi nedeniyle demire ihtiyaç duyar. Demir hamilelik döneminde kan yapımına destek olur.

En iyi demir kaynakları kırmızı et, yumurta, üzüm ve dut pekmezi, kuru meyveler, koyu yeşil yapraklı sebzeler, kuru baklagiller ile fındık, fıstık gibi yağlı tohumlardır.

Hayvansal kaynaklı besinlerden alınan demirin bitkisel kaynaklı besinlerle alınan demire göre biyoyararlılığı daha fazladır. Yani vücudumuzda daha fazla oranda emilir ve kullanılır.

Hamilelikte demirin yetersiz alınması kansızlık, yorgunluk, iştahsızlık ve baş dönmesine neden olabilir. Yetişkinlerde günlük demir ihtiyacı 15mg iken hamilelikte bu değerin 2 katına çıkarılması önerilmektedir. Sadece besinlerden bu miktara ulaşmak biraz zor olabilir. O nedenle özellikle gebeliğin 2. yarısından itibaren diyete ek koruyucu olarak günde 30mg’lık demir eklenmesi önerilmektedir.

Kepekli besinlerde bulunan tanen denilen bileşikler besinlerdeki demirin kullanılmasını engeller. Bu nedenle aşırı tahıla dayalı beslenmede demir eksikliği görülebilir. Bunun yanında diyetle fazla kalsiyum alımı da demir emilimini olumsuz etkiler. Eğer demir eksikliği anemisi (kansızlık) varsa demir içeren kırmızı et, yumurta gibi besinlerin yanında süt ve süt ürünlerini tüketmeyin.

Demirden zengin olan besinler C vitamini içeren yiyeceklerle birlikte tüketildiğinde demirin vücutta kullanılabilirliği artar.

Etleri sebzelerle birlikte sote veya etli sebze yemeği olarak tüketebilirsiniz ya da yumurtanızın yanında portakal suyu, sivri biber gibi iyi bir C vitamini içeren meyve sebze tüketebilirsiniz.

Besinlerde Demir

Besin

Demir (mg)

1 adet yumurta

1.4

3 adet ızgara köfte

2.3

100gram pişmiş tavuk

1.2

3 adet gün kurusu kayısı

1.2

2 yemek kaşığı pekmez

2.5

1 tabak kuru baklagil yemeği

4.2

1 yemek kaşığı çekirdekli siyah üzüm

1

 

Belirtiler

Folik Asit Eksikliği Belirtileri Nelerdir?

Folik asit eksikliği anemiye neden olabilir. Anemi, çok az sayıda RBC’ye sahip olan  bir durumdur. Anemi, dokuları ihtiyaç duyduğu oksijenden mahrum edebilir. Folik asit özellikle çocuk doğurma çağındaki kadınlar için son derece önemlidir. Hamilelik sırasında folik asit eksikliği bebeğin anomalili doğmasına  yol açabilir.

Folik asit besin yoluyla alınabilir.  Birçok gıdadan folik asit temin edilebilir. Folik asit, vücudun kırmızı kan hücreleri yaratmasına yardımcı olan bir B vitaminidir. Eğer vücudunuzda yeterli kırmızı kan hücreleri yoksa bu durum anemiye yol açar. 

Kırmızı kan hücrelerinin görevi vücudun gerekli tüm bölgelerine oksijen taşımaktır. Anemi olduğunda, kan tüm doku ve organlara yeterince oksijen sağlayamaz. Yeterli oksijen olmaması durumunda ise, vücut olması gerektiği gibi çalışamaz.

Ayrıca düşük miktardaki folik asit seviyeleri de megaloblastik anemiye neden olabilir. Bu durum da, kırmızı kan hücreleri normalden daha büyüktür ve şekil itibariyle yuvarlak değil oval şekilde görülürler. Bu kırmızı kan hücreleri normal kırmızı kan hücreleri kadar uzun yaşarlar.

Folik asitin görülen bazı belirtileri ise aşağıdaki gibidir;

  • Yorgunluk
  • Ağız yaraları
  • Dil şişmesi
  • Büyüme sorunları

Folik asit eksikliğine bağlı olarak ortaya çıkan anemi belirtileri ise:

  • Yorgunluk
  • Zayıflık
  • Aşırı uyku
  • Soluk cilt
  • Nefes darlığı
  • Sinirlilik

Tanı Yöntemleri

Folat Eksikliği Anemisi Nasıl Teşhis Edilir?

Hekim tarafından tıbbi geçmişiniz aldıktan ve fizik muayeneniz yapıldıktan sonra, anemiye  neden olan sebepler düşünebilir. Folik asit eksikliğinin net tanısı yapılacak birkaç kan testi ile netleştirilebilir.  Eğer sindirim problemine bağlı bir durum söz konusu ise baryum testi istenebilir.

GRİP VE KORUNMA YOLLARI

Grip İnfluenza A, İnfluenza B ve İnfluenza C virüslerinin neden olduğu viral bir enfeksiyon hastalığıdır. Hastalığın kuluçka süresi 2-3 gün olup, hastalık belirtileri bu sürede ortaya çıkar. Önlem almak kadar hastalığı hafif atlatmak da önem taşır.
Grip Nasıl Bulaşır?
Yakın Konuşma ve öpüşme, kalabalık ortamlarda bulunma, en sık ise tokalaşma ile bulaşır!
Bu yüzden grip ve soğuk algınlığından korunma yöntemi olarak ellerin sık sık yıkanması öne çıkan bir yöntemdir. Ayrıca grip olan insanların kalabalık ortamlarda bulunmaları da diğer insanların enfeksiyon kapmalarına neden olabilmektedir.
Grip hastalığı ortalama 2 ile 5 gün içerisinde geriler. Ortalama 1 hafta sürer. Ancak nadiren 2 haftaya kadar uzayabilir.
Belirtileri;

  • Baş ağrısı ve yorgunluk.
  • 38-39 C ateş.
  • Vücutta genel ağrı ve kırgınlık (Sırt, kol, bacaklarda olmak üzere)
  • Genelde kuru öksürük.
  • Bazen burun tıkanıklığı, hapşırma ve boğaz ağrısı.
  • Üşüme, titreme, terleme.

Tedavisi;
Klasik grip tedavisi belirtileri yok etmeye yönelik tedavidir. Bunlar; İstirahat, Bol C vitamini ve Bol su tüketmenin yanında Piyasada anti gribal olarak nitelenen ilaçlar belirtileri hafifletmeye yönelik hekimlerce uygulanır. Bu ilaçlar ağrı kesici ateş düşürücü ilaçlardır.
Grip aşısı kimlere önerilir?
Grip olma riskini azaltmanın diğer bir yolu da grip aşısıdır ve Ülkemiz için önerilen zaman eylül, ekim ve kasım aylarıdır.

  • 65 yaş ve üzerindekiler.
  • Kronik kalp ve akciğer hastalığı olan yetişkinler ve çocuklar. (astımlı çocuklar da dahil).
  • Böbrek hastalığı olanlar.
  • Diyabet (Şeker hastalığı olanlar)
  • Bağışıklık sisteminde yetersizlik veya baskılanma durumları (kanser hastaları, AIDS enfeksiyonu olanlar, organ nakli yapılmış olanlar, steroid ilaç alanlar, kemoterapi ya da radyoterapi uygulananlar)
  • Kan hastalıkları tedavisi görmüş veya hastanede görmekte olanlar (Hemoglobinopatis)
  • Sağlık personeli ve hastahane çalışanları.
  • Okul, fabrika gibi toplu alanlarda çalışanlar.
  • Bakımevlerinde kalan ve sürekli hastalığı olanların tamamına.

GÖZ ALERJİSİ

Göz Alerjisi Nedir? 

Oldukça yaygın bir şikayet olan göz alerjisi, ya da tıbbi adıyla alerjik konjonktivit, gözlerin onları tahriş eden bir şeye, yani bir alerjene verdikleri tepkidir.

Göz alerjileri, vücudun bağışıklık sistemi duyarlı hale geldiğinde ve çevrede çoğu insanda genellikle sorun yaratmayan bir şeye aşırı tepki gösterdiğinde gelişir. Diğer konjonktivit türlerinin aksine, göz alerjileri kişiden kişiye yayılmaz.

Göz alerjileri, başka göz hastalıklarıyla aynı semptomları paylaştığı için doğru tanının konulması önemlidir. Örneğin göz alerjisi ile göz enfeksiyonu, benzer semptomlara sahip, ancak farklı tıbbi nedenlere dayanan farklı durumlardır.

Gözlerin kızardığı, tahriş olduğu durumlarda göz üzerinde herhangi bir yabancı madde görünmüyorsa bu durum bir alerjiden kaynaklanıyor olabilir. 

Göz doktorları, yani oftalmologlar sorunun hangisi olduğunu anlamak ve enfeksiyon ile alerji arasındaki farkı ayırt etmek için bir özel lambalı göz mikroskobundan faydalanarak göz yüzeyindeki şişmiş damarları saptamaya çalışırlar.

 

Belirtiler

Göz Alerjisi Belirtileri Nelerdir?

Bireyler için göz içinde veya üzerinde bir şey olduğu hissi oldukça rahatsızlık verici olabilir. Göz alerjisi semptomları, hafif rahatsız edici kızarıklıktan görmeyi bozacak kadar şiddetli iltihaplanmaya kadar değişebilir. 

Bunun sonucu olarak, göz kapakları ile göz zarı, yani konjonktiva kızarır, şişer veya kaşınmaya başlar. Gözde yanma hissi ve berrak, sulu akıntı halinde gözyaşı görülebilir. Eğer alerjinin nedeni bulunmaz ve ciddiye alınmazsa göz alerjisi belirtileri daha da şiddetlenebilir. Gözde ağır yanma ya da kaşıntı olabilir, hatta ışığa karşı hassasiyet gelişebilir.

Göz alerjisi olan bireylerde aynı zamanda burunda kaşıntı, tıkanma ve hapşırma gibi belirtilerle ortaya çıkan üst solunum yolu alerjileri de yaygındır. Bu durum genellikle mevsimsel alerjilerle ilişkilidir ve geçicidir.

Göz Alerjisi Türleri Nelerdir? Belirtileri Nasıl Olur?

Göz alerjileri kendi içlerinde de farklı türlere ayrılmaktadır. Çok daha yaygın görülen göz alerjisi türleri arasında mevsimsel alerjik konjonktivit, bir alt türü olan ve yıl boyu devam eden yani pereniyal alerjik konjonktivit, atopik keratokonjonktivit, kontakt alerjik konjonktivit, dev papiller konjonktivit, ve vernal keratokonjonktivit mevcuttur.

Mevsimsel Alerjik Konjonktivit ve Pereniyal Alerjik Konjonktivit

Mevsimsel alerjik konjonktivit en yaygın göz alerjisidir. Bireyler, havadaki bitki polenlerinin türüne bağlı olarak ilkbahar, yaz veya sonbahar aylarında bu alerji türünün semptomlarını yaşarlar. Tipik semptomlar arasında berrak, sulu akıntı, kaşıntı, kızarıklık ve yanma mevcuttur.

Mevsimsel alerjik konjonktivitli bireylerin gözlerinin altında kronik olarak koyu halkalar görülebilir. Göz kapakları genel olarak sürekli kabarık ve şişmiş olabilir. Parlak ışıklar bu bireyler için rahatsız edici olabilir.

Mevsimsel alerjik konjonktivit belirtilerinin yanı sıra genellikle saman nezlesi ve diğer benzeri mevsimsel alerjilerle ilişkili burun akıntısı, hapşırma ve burun tıkanıklığı da görülür. Gözlerdeki kaşıntının verdiği rahatsızlık nedeniyle hastalar sık sık gözlerini ovalar.

Bu durum alerjenlerin gözle daha fazla temasa girmesine yol açar ve semptomları daha da kötüleştirir. Bu durum potansiyel olarak enfeksiyona yol açabilir.

Pereniyal alerjik konjonktivit yıl boyunca görülür. Bu türde semptomlar mevsimsel alerjik konjonktivit ile genel olarak aynı olsa da, belirtiler genellikle  daha hafif olma eğilimindedir. Bu tür çoğunlukla polenler yerine toz akarları, küf, evcil hayvan kepeği ile tüyü veya diğer iç mekanlarda bulunan diğer alerjenlerden kaynaklanır.

Vernal Keratokonjonktivit

Vernal keratokonjonktivit, mevsimsel veya pereniyal alerjik konjonktivit türlerinden daha ciddi bir göz alerjisidir. Alerji yıl boyunca devam edebilir, ancak semptomları mevsimsel olarak ağırlaşma eğilimi gösterir.

Öncelikle egzama ya da astım hastası yetişkin ve genç erkeklerde görülür. Bu göz alerjisi türünün belirtileri arasında kaşıntı, çok miktarda gözyaşı ve mukus üretimi, gözde yabancı bir cisim hissi ve ışıktan kaçınma yani fotofobi görülür. Eğer tedavi edilmezse görmeyi olumsuz etkileyebilir.

Atopik keratokonjonktivit

Bu göz alerjisi türü özellikle alerjik dermatit öyküsüne sahip erkekler olmak üzere yaşlı bireyleri etkiler.

Atopik keratokonjonktivit belirtileri arasında kızarıklık, şiddetli kaşıntı, yanma hissi ve uyku sonrasında göz kapaklarının yapışmasına neden olan olacak kadar çok yoğun mukus vardır.

Bu belirtiler yıl boyunca ortaya çıkabilir ve vernal keratokonjonktivit belirtileriyle benzerlik gösterir. Atopik keratokonjonktivit tedavi edilmezse kornea ile oldukça hassas olan zarı üzerinde yara izine neden olabilir.

Kontakt Alerjik Konjonktivit

Kontakt alerjik konjonktivit kontakt lenslerden veya gözyaşlarındaki proteinlerin lensin yüzeyine gözyaşlarındaki proteinlerin bağlanmasından dolayı gözlerin tahriş olmasından kaynaklanabilir. Bu göz alerjisi türünün belirtileri arasında kaşıntı, kızarıklık, mukoza akıntısı ve lens takmada rahatsızlık vardır.

Dev Papiller Konjonktivit 

Dev papiller konjonktivit kontakt lens kullanımı ile ilişkili bir diğer göz alerjisidir. Bu göz alerjisi kontakt alerjik konjonktivitin daha ağır, iç göz kapağının üst astarında sıvı keselerinin veya papüllerin oluştuğu bir türüdür.

Bu alerjinin belirtileri arasında kaşıntı, şişme, göz yaşarması, mukoza akıntısı, bulanık görme, kontakt lens takmaya karşı hassasiyet ve gözde yabancı bir cisim hissiyatı vardır.

 

Tanı Yöntemleri

Göz Alerjisi Tanısı

Göz alerjisi tanısı genellikle alerji testleriyle ortaya çıkabilir. Yine de alerji testleri normal çıkan kişilerde de göz alerjisi meydana gelebilir. Bu yüzden göz alerjisinde hastanın öyküsünün alınması oldukça önemlidir.

 

Göz alerjisi bahar ayında ortaya çıkan polenlere, ev tozlarına ve kimyasal maddelere bağlı gelişebileceği gibi farklı durumlara bağlı olarak da meydana gelebilir

GÖZ KURULUĞU NEDİR

Göz Kuruluğu Nedir?

Göz kuruluğu normalde gözün önünü koruyan, onu ıslak tutan tabakanın eksik ya da düzensiz olması halidir.  Bu tabaka gözün hem çeşitli dış etkenlerden (toz, rüzgar gibi), hem de bazı mikroorganizmalardan korunmasını sağlayan bir tabakadır. Bu tabakadaki sorunlar nedeniyle gözde kuruluk semptomları ortaya çıkar ve buna kuru göz adı verilir.

 

 

Nedenleri

Göz Kuruluğu Nedenleri Nelerdir?

Göz kuruluğunun nedeni hastaya bağlı etkenler olabileceği gibi çevresel faktörler de olabilir. Bilgisayar gibi ekranlarda uzun saatler geçirme ya da kontakt lensin doğru kullanılmaması göz kuruluğunun yaygın nedenlerindendir.

 

Bunun dışında bazı romatizmal hastalıklar göz kuruluğuna zemin hazırlayabilir. Hastanın sahip olduğu hastalıklar için kullandığı ilaçlar da göz kuruluğuna sebep olabilir.

Hormonal bozukluklar için kullanılan hormon ilaçları, kadınlarda özellikle menopoz sonrası dönemler, kullanılan antiistemik ilaçlar, özellikle son yıllarda yaygın olarak kullanılan depresyon ilaçları da kuru gözün günümüzdeki yaygın nedenleri arasındadır. 

Çevresel faktörler arasında sayılabilecek nedenler ise çalışılan ortamların yeterince nemli olmaması, çok yüksek aydınlık ve parlak ışık altında çalışılmasıdır.

 

Belirtiler

Göz Kuruluğunun Belirtileri Nelerdir?

Göz kuruluğu olan hastaların en sık dile getirdiği şikayetler;

 

  • Gözlerde batma
  • Yanma
  • Yabancı cisim hissidir

Bunlara ek olarak göz ağrısı, kaşınma ve gözlerin kızarması gibi şikayetler de olabilir. Hastalar kuru gözlere sahipse daha önce yaptıkları aktivitelerde zorlanabilirler. Örneğin bilgisayar başında eskisi kadar rahat olamadıklarını ya da gözlerinin çabuk yorulduğunu ifade ederler.

 

Tedavi Yöntemleri

Göz Kuruluğunun Tedavi Yöntemleri

Göz kuruluğunda en sık uygulanan tedaviler suni gözyaşı damlaları ve jelleridir. Hastanın hekim tarafından değerlendirilmesi sonucu hastaya en uygun bulunan suni gözyaşı preparatı seçilecektir. Bunun dışında hastanın yaşam pratiklerine göre önlemler alınması gerekir:

Nemsiz ortamda sık bulunan bir hasta bulunduğu ortamı daha nemli hale getirerek kuru göz şikayetini azaltabilir. Kontakt lens kullanımına çok dikkat etmeyen bir hasta, geceleri lenslerle uyuyan bir hasta ya da kullanım süresini aşan bir hasta bunlara dikkat ederek kuru göz şikayetlerini azaltabilir.

Göz Kuruluğunun Diğer Tedavi Yolları Şunlardır;

Kuru göz için kullanılan suni gözyaşı preparatlarının dışında bir takım ek ilaçlar da hastalara verilebilir.

Bunların da yetmediği durumlarda gözyaşı kanallarının geçici tıkaçlarla tıkanması, hastanın kendi gözyaşının ve suni gözyaşının gözde daha çok kalması sağlanabilir.

Göz kuruluğu hastanın yaşam kalitesini son derece bozan bir hastalıktır. Bu nedenle kuru göz rahatsızlık hissi dışında başka bir belirti vermese bile, göz kuruluğuna başka bir takım hastalıkların eşlik ettiği durumlarda ciddi sonuçlara yol açabilir.

Örneğin başka hastalıkların eşlik ettiği kuru göz vakalarında kornea dediğimiz gözün önündeki saydam tabakanın saydamlığının azalması, görmenin azalması meydana gelebilir. Bunlar nadir görülen durumlar olsa da, göz kuruluğunun tedavi edilmesi ve ilaçların işe yaramadığı durumlarda göz doktoru ile diğer tedavilerin değerlendirilmesi çok önemlidir.

GÜNEŞ GÖZLÜĞÜNÜZÜ DOĞRU SEÇİN

Güneşin gözler üzerinde çok ciddi bir etkisi var. Güneşten ayrılarak doğaya ulaşan UV ışınları gözlerimize zarar veriyor. Bu noktada UV ışınlarına karşı alacağımız en güçlü önlem ise doğru güneş gözlüğünü kullanmaktan geçiyor. Doğru güneş gözlüğü seçimi ve göz sağlığımızla olan doğrudan ilişkisini Avrasya Hastanesi Göz Hastalıkları Uzmanı Op. Dr. anlattı.

Ultraviyole ışınlarının gözler üzerindeki zararları

Güneşten dünyaya ulaşan birçok zararlı ışın var. Bunların başında ultraviyole (UV) ışınları geliyor. Uzun süre ultraviyole ışınlarına maruz kalmak cilde olduğu kadar gözler üzerinde de ciddi hasarlara yol açıyor. UV ışınlarının göz sağlığı üzerindeki etkilerini ise şöyle sıralamak mümkün;

  • Göz kapağı cildine, kornea ve göz merceğine zarar verebilir.
  • Göz kapaklarını kaplayan deride kanser oluşumuna sebep olabilir.
  • Aynı şekilde konjonktiva tabakasında kanser oluşma riskini arttırır.
  • Uzun dönemde kornea yüzeyinde bozulmalara yol açar.
  • Göz merceğinin içindeki proteinlerin yapısını bozarak katarakt oluşumuna yol açabilir.

Güneş, gözler üzerinde bu kadar etkiliyken zararları karşısında alacağımız önlemler de büyük önem arz ediyor. Bu konudaki en büyük yardımcımız ise güneş gözlükleri! Doğru seçilmiş bir güneş gözlüğü ile güneşin zararlı ışınlarına karşı güçlü bir savunma oluştururken uzun vadede göz sağlığımız için de önemli bir yatırım yapmış oluruz.

Peki, doğru bir güneş gözlüğü nasıl olmalı?

Güneş gözlüğü çoğumuz için yaz aylarının vazgeçilmezi şık bir aksesuar olarak görülse de güneş gözlüklerinin üstlendiği görev bir aksesuardan çok daha fazlası… Uzun süre maruz kalınan ışıklardan, güneşin yaydığı ultraviyole ışınlarına kadar birçok zararlı etkene karşı bir kalkan görevi gören güneş gözlükleri bu anlamda ciddi bir görevi üstleniyor. Tam da bu yüzden güneş gözlüğü seçerken modanın sürekli değişen trendlerine göre değil sağlığınız için değişmeyen normlara göre karar vermeliyiz.

Doğru bir güneş gözlüğü;

  • EN 1836 standardına uygun olmalı ve sertifikası bulunmalı.
  • UV ışınlarının yaklaşık % 95’ini süzebilecek koruyuculukta olmalıdır. Hatta birçok güneş gözlüğünün blokaj seviyesi %99- %100 seviyelere kadar çıkmaktadır. Sizin tercihiniz en yüksek blokaj seviyesine sahip güneş gözlüğünü seçmek olmalıdır.
  • UV ışınlarını kıran polarize camlı olmalıdır.
  • Yüz şekline tam oturmalıdır. Aksi takdirde yanlardan ışık alır ve gözlük takmanın bir anlamı kalmaz.

Çocuklar güneş gözlüğü kullanmalı mı?

Güneşin, yetişkin bireylerdeki etkisini düşününce çocuklar üzerinde yaratacağı zararları da öngörmek mümkün. Haliyle bu konuda bilinçli olmak ve gerekli önlemleri almak çocukların göz sağlığı için atlanmaması gereken önemli bir durum!

Bu anlamda yapılması gereken çocuklara küçük yaşta güneş gözlüğü takma alışkanlığı kazandırmak olacaktır. Çocuklarda güneş gözlüğü kullanımı yaşı uzman görüşlere göre değişiklik göstermektedir. Kimi uzmanlar bebeklikten itibaren kullanılmasını önerirken kimisi 2 yaşından sonra kullanmasını uygun bulmaktadır. Zira güneş gözlüğü kullanmak özellikle de çocuklar açısından belli bir sorumluluk istiyor. Oynarken hatta yürürken bile düşüp kırılması durumunda gözlere batma riski daha ciddi bir tablo ortaya çıkarıyor. Bu sebeple küçük çocuklarda güneş gözlüğü kullanımı ebeveynlerin kontrolü altında olmalıdır.

Çocuklara güneş gözlüğü alırken nelere dikkat edilmeli?

  • Alınacak gözlükte cam olarak polorize cam kullanılmalı, anti UV özelliği bulunmalı.
  • Yine alınacak gözlüklerin camı organik olmalıdır. Organik camlar aynı zamanda çocuklarda şaşılık tedavisi için de kullanılmaktadır.
  • Kırılmaz cam ve çerçeveli olan gözlükler hareketli çocuklar için daha güvenli bir seçim olur.
  • Camı geniş olan ve yüze tam oturan gözlükler de güvenlik açısından daha doğru bir seçimdir.
  • Eğer çocuğunuz numaralı gözlük kullanıyorsa güneş gözlüğü de aynı şekilde numaralı olmalı.
  • Güneş gözlüğü alırken atlanmaması gereken en önemli unsur ise süslü ya da tatlı olduğu için alacağınız sertifikasız ve kalitesiz camlı güneş gözlüklerinin tercih edilmemesi gerektiğidir.

HAMİLELİK DÖNEMİNDE DİYABET

Gebelik diyabeti, diğer adıyla gestasyonel diyabet gebelik öncesi dönemde bilinen şeker hastalığı olmayan kişilerde gebelik sürecinde kan şekerinin yüksek seyretmesidir. Son yıllarda toplumda şeker hastalığı görülme sıklığının artmasına paralel olarak gebelik şekeri de sık görülmeye başlanmıştır.

 

 

Kan şekerinin yüksek seyretmesi bebekte ciddi problemlere neden olabileceğinden erken tanısı ve tedavisi özel önem taşır. Bu nedenle hamile kadınlarda gebeliğin 24-28. haftaları arasında şeker yükleme testi (oral glukoz tolerans testi) yapılarak hastalık tanısı konur. Gebelik şeker hastalığı (gestasyonel diyabet) bazı durumlarda daha sık görülmektedir. İleri yaş gebeliği, annenin ailesinde tip 2 diyabet öyküsü olması, gebelik sürecinde aşırı kilo alımı, çoğul gebelik gibi faktörlerin varlığında gebelik diyabeti görülme riski artar. Bu riskleri taşıyan anne adaylarında 24. hafta beklenmeden gebelik başlangıcında açlık kan şekeri kontrolü yapılmalıdır . Şeker yükleme testi yapılarak tanı konan gebeler öncelikle diyet uzmanına yönlendirilir ve gebelik dönemi, annenin kilosu ve beslenme alışkanlıkları dikkate alınarak hesaplanan kalori gereksinimine göre hazırlanan diyabet diyeti programına alınır, bu arada fötus ve plasentanın yüksek kan şekerinden etkilenip etkilenmediği araştırılır. 1 hafta ila 15 gün sonra bakılan açlık ve tokluk kan şekeri değerleri normal bulunur ise belli aralıklarla kan şekeri takibi yapılmak kaydıyla diyet ile devam edilir. Ancak açlık şekeri 90mg tokluk kan şekeri 140 mg’dan yüksek bulunur ise hamile anneye evde kan şekeri takibi eğitimi verilerek yoğun şeker takibine geçilir.


Kan şekerleri istenen değerlerin üzerinde seyrediyor ise zaman kaybetmeden ilaç tedavisine başlanır. Gebelik döneminde bebeğe zarar vermeden kan şekerini düşüren tek ilaç insülindir. Bu nedenle her zaman insülin kullanılır. Sıkı takip ile kan şekerleri istenilen düzeylere düşürülene kadar insülin dozları arttırılır. Tedavi annenin kilosu, bebeğin gebelik haftasına göre gelişimi ve kan şekeri düzeylerine göre yoğunlaştırılır. Diyabetik gebenin doğumu da özellik taşır. Anne ve doğar doğmaz bebeğin kan şekerleri yakından monitorize edilerek gerekli müdahaleler yapılır.


Gebelikte diyabeti olan anneler doğumdan sonraki yaşamlarında da normal kişilerden daha fazla şeker hastası olma riski taşırlar. Bu nedenle doğumdan 6 hafta sonra yapılan şeker yükleme testi ile yüksek riski olanlar belirlenerek yıllık takibe alınır.
 
İzmir Özel Tınaztepe Hastanesi İç Hastalıkları Uzmanları ‘Gestasyonel diyabetik hastanın takibi konularında uzman hekimler tarafından yapıldığı taktirde riskler en aza indirilerek bebeğin normal gelişimi ve ve doğumu sağlanabilmektedir’ diyerek bu hastaların kontrolünün önemine dikkat çekiyor.

HEPATİTLE MÜCADELE İÇİN “BİLGİLENİN, AŞILANIN, KORUNUN!”

Dünyada yayın olarak görülen hepatitler başta kronik karaciğer hastalığı, siroz ve karaciğer kanseri gibi hastalıklara sebebiyet verebilen ciddi bir halk sağlığı sorunudur. Viral hepatit ile ilgili farkındalığı artırmak, hepatite dikkat çekmek amacıyla 2010 yılındaki Dünya Sağlık Asamblesinde, hepatit B virüsünü bulan ve bunun için bir tanı testi ve aşı geliştiren Nobel ödüllü Dr. Baruch Blumberg’in doğum günü olan 28 Temmuz Dünya Hepatit Günü olarak belirlenmiştir. Her sene farklı bir tema çerçevesinde yürütülen etkinlikler için bu yıl, “bir can, bir karaciğer” (One Life, One Liver) olarak belirlenmiştir.

Bu tema ile sadece bir hayatımızın olduğunu ve sadece bir karaciğerimizin bulunduğunu hepatitin ise her ikisini de mahvedebileceğinin altı çizilmiştir.

Karaciğer kişileri hayatta tutmak için her gün sessizce 500’ten fazla işlevi yerine getirmektedir. Ancak, viral hepatit enfeksiyonu sessizdir ve belirtileri (semptomları) ancak hastalık ilerledikçe ortaya çıkmaktadır.

Hepatit, en basit anlamıyla karaciğerin iltihabıdır. Hepatitler, en sık ölüme yol açan enfeksiyon hastalıklarından biri olup farklı nedenlerden ötürü gelişebilmektedir. Viral hepatitlere ise başta Hepatit A, B, C, D ve E virüsleri olmak üzere farklı virüs tipleri sebep olmaktadır. Bunlardan hepatit B, C ve D kronik karaciğer hastalıklarına sebep olmaktadır.

Tüm dünyada, hepatit enfeksiyonları B, C ve D’nin ortadan kaldırılması öncelikli olarak hedeflenmektedir. Akut viral hepatitten farklı olarak, bu 3 enfeksiyon, uzun dönemde kronik karaciğer hastalığı, siroz veya karaciğer kanserine yol açabilmekte ve hepatit ölümlerinin %95’inden sorumlu tutulmaktadır.

Hepatit A; Hepatit A virüs ile kirlenmiş (kontamine) su ve besinlerle salgınlara yol açabilen, kötü hijyenik koşullarda kolaylıkla bulaşabilen bir hastalıktır.

Çocukluk dönemlerinde hafif belirtilerle geçirilen Hepatit A enfeksiyonu, yaş ilerledikçe daha ağır seyretmekte ve şiddetli karaciğer hastalığı ile ölümlere yol açabilmektedir.

Hepatit B ve Hepatit C;

• Kontrol edilmemiş kan ve kan ürünlerinin transfüzyonuyla

• Sterilize edilmemiş cerrahi malzemelerin kullanıldığı tıbbi ya da diş müdahaleleriyle

• Kullanılmış enjektör paylaşımıyla

• Tıraş bıçağı, diş fırçası gibi eşyaların paylaşımıyla

• Sterilize edilmemiş araçlarla dövme, akupunktur ya da vücut takılarının uygulanmasıyla

• Hepatit B ve C taşıyıcılarının aile içi temasıyla

• Anneden bebeğe doğumda ve sonrasında

• Güvenli olmayan cinsel ilişkiyle bulaşabilir.

Hepatit C virüsü bulaşma yolları, Hepatit B virüsü bulaşma yolları ile benzer olmakla birlikte esas yayılma yolu enfekte kan ve kan ürünleri ile doğrudan temastır. Ancak enfekte kan ile temas etmiş diğer vücut sıvıları da bulaşma açısından kaynak olabilir.

Hepatit A ve Hepatit B hastalığından korunmanın en etkili yolu aşılanmadır. Ülkemizde bu iki hepatit türü aşıları rutin çocukluk çağı aşı takvimine eklenmiştir. Sağlık Bakanlığı olarak bağışıklama hizmetleri yürüttüğümüz en önemli ve etkili koruyucu sağlık hizmetlerinden birisidir.

Hepatit C virüsüne karşı aşı henüz bulunmamaktadır ancak kullanılmaya başlayan yeni ilaçlarla tedavide %95’in üzerinde iyileşme sağlanmaktadır.

Hepatit D virüsü, hepatit B virus (HBV) enfeksiyonu olan kişilerde hastalığa sebebiyet vermektedir. HBV’nin yokluğunda enfeksiyon yapamaz. Fakat hafif seyreden HBV enfeksiyonunu daha ağır ve hızlı seyreden bir hastalığa dönüştürebilir. HDV kan ve kan ürünleri temasıyla, kas içi veya damar içi enjeksiyonlarla, deri ve mukoza yoluyla ve cinsel yolla bulaşabilir.

Hepatit E virüsü (HEV) fekal-oral (dışkı ile temas) yol ile bulaşır, vahşi ve evcil hayvanlarda bulunur ve akut enfeksiyona yol açar. Gebelikte geçirildiğinde hepatit E hastalığı daha ciddi seyreder. Özellikle gebelerde son 3 aylık dönemde düşük, erken doğum, ciddi karaciğer yetmezliği ile ölüm riskinin artmasına sebep olabilir. Hepatit E virüsünün spesifik bir tedavisi ve aşısı yoktur.

Unutmayın! Bir canınız ve bir karaciğeriniz vardır! Hepatitle mücadele için “Bilgilenin, Aşılanın, Korunun!”

İNMEMİŞ TESTİS

İnmemiş testis (kriptorşidizm), testisin böbrekle skrotal (erbezi torbası) saha arasındaki normal iniş yolu üzerinde herhangi bir yerde duraksaması halidir. Skrotuma inmemiş testisler, kasık ya da karın bölgesinde kalabilmektedir. 1 yaşına gelen bebeklerin binde 3-4’ünde inmemiş testis saptanmaktadır. Bu oran yetişkinlerde binde 2 civarındadır.

En belirgin bulgu bir veya her iki testisin yerinde olmamasıdır. Bu hastalarda, kanser riski normal olanlara oranla 20 ile 40 arası oranlarda daha fazladır. İnmemiş testisli hastaların yüzde 5 ile 10’unda 45 yaştan önce testis tümörü gelişmektedir.

Tedavide amaç testislerin yerine indirilmesidir. Bu amaca ulaşmada hormonal tedavi ve cerrahi tedavi olmak üzere 2 yol mevcuttur. Tedavi mümkün olduğunca erken yapılmalıdır. Tercihen 1 yaştan önce veya 1 yaş civarında yapılması önerilmektedir.

İSHAL

İshal (Diyare) Nedir?

İshal, gün içinde genellikle normalden daha sık sayıda, gevşek ve sulu dışkının çıkarıldığı bağırsak hareketleridir. İshal kısa ömürlüdür. Genellikle birkaç gün devam eder ve herhangi bir tedaviye ihtiyaç duymadan kaybolur. İshal akut yani geçici veya kronik yani uzun süreli ya da kalıcı olabilir.

 

Akut ishal, bu durumun bir ila iki gün devam etmesiyle ortaya çıkar. Viral veya bakteriyel bir enfeksiyonun sonucu olarak ya da gıda zehirlenmesinden kaynaklanabilir. Gelişmekte olan veya üçüncü dünya ülkelerine yapılan ziyaret ve tatillerde bu ülkelerde karşılaşılan bakteri ve parazitler turist ishali adı verilen bir başka akut ishal türüne neden olabilir.

 

Kronik ishal ise en az 4 hafta boyunca devam eden ishali ifade eder. Genellikle altında bağırsak hastalığı veya bozukluğu gibi bir tıbbi neden bulunur. Bunlara örnek olarak çölyak hastalığı, Crohn hastalığı, irritabl bağırsak sendromu, sürekli enfeksiyon ya da inflamatuar bağırsak hastalığı gibi daha ciddi bir rahatsızlıklar verilebilir.

 

 

Nedenleri

İshal Neden Olur?

Bir takım farklı hastalıklar ve tıbbi durumlar ishale neden olabilir. Bunlar arasında ilk olarak virüslerden kaynaklanan ishal gelir. İshale neden olabilecek virüsler arasında Norwalk virüsü, sitomegalovirüs ve viral hepatit bulunur. Bunlara ek olarak rotavirüs, çocuklukta akut ishalin yaygın bir nedenidir.

Bakteriler ve parazitler ise ishalin en yaygın nedenleri arasındadır. Bozulmuş, kirlenmiş, üzerlerine bakteri veya parazit bulaşmış besin veya su, bakteri ve parazitlerin insan vücuduna doğrudan girmesine neden olabilir. Clostridium difficile ise ishale neden olan ve aynı zamanda daha da ciddi enfeksiyonlara yol açabilecek bir başka bakteri türüdür. Bir antibiyotik tedavisinden sonra veya hastanede yatış sırasında ortaya çıkabilir.

Aralarında antibiyotiklerin de bulunduğu bir çok ilaç türü yan etki olarak ishale neden olabilir. Antibiyotikler, insan bağırsaklarındaki beslenmeye yardımcı olan iyi bakteriler ile kötü bakteriler arasında ayrım yapmadan hepsini yok ederek sindirim sisteminin doğal dengesini bozabilir. İshale neden olan diğer ilaçlar arasında kanser ilaçları ve magnezyumlu antasitler bulunur.

Laktoz intoleransı ishale neden olur. Laktoz, süt ve diğer süt ürünlerinde bulunan bir şeker türüdür. Bazı bireyler laktozu sindirmekte zorlanabilirler ve süt ürünlerini tükettikten sonra ishal olabilirler. Laktoz intoleransı yaşla birlikte artabilir çünkü çocukluktan sonra laktozu sindirmeye yardımcı olan enzim seviyeleri doğal olarak düşmeye başlar.

 

Fruktozu sindirmekte zorlanan bireylerde de ishal görülebilir. Fruktoz, meyve ve balda doğal olarak bulunan bir şeker türüdür. Belirli içeceklere tatlandırıcı olarak eklenir. 

Sorbitol ve mannitol gibi sakız ve benzeri diğer şekersiz ürünlerde bulunan yapay tatlandırıcılar bazı vakalarda sağlıklı bireylerde ishale neden olabilir.

Karın veya safra kesesi çıkarma ameliyatları sonrasında bazı vakalarda ishal görülebilir.

Crohn hastalığı, ülseratif kolit, çölyak hastalığı, mikroskopik kolit ve irritabl bağırsak sendromu gibi bir dizi başka sindirim bozukluklarından dolayı da bireylerde kronik ishal görülebilir.

İshal Nasıl Önlenir?

Virüslerden kaynaklanan viral ishali önlemek için ellerin mutlaka sabunla yıkanması gereklidir. Yeterli ve doğru şekilde temiz kalabilmek için sık sık el yıkanmalıdır. Yiyecek hazırlamadan önce ve sonra eller yıkanmalıdır. Pişmemiş etlere dokunduktan, tuvaleti kullandıktan, çocuk bezlerini değiştirirken, hapşırdıktan, öksürdükten ve burnu sildikten sonra eller yıkanmalıdır.

Eller en az 20 saniye boyunca sabunla yıkanmalıdır. Bu 20 saniye süresince eller sabunla ovulmaya devam edilmelidir. Eğer el yıkamak mümkün değilse en az %60 alkol içeren alkol bazlı el temizleyici ve dezenfektanları kullanılmalıdır. El dezenfektanı el losyonu gibi uygulanmalı, her iki elinde ön ve arka kısımlarına sürülmelidir. 

Çocuklarda viral ishalin en yaygın nedeni olan rotavirüse karşı geliştirilmiş aşılar ile korunmak mümkündür. 

Genellikle çevresel sağlık önlemlerinin ve besin temizliğinin yetersiz olduğu ülkelere seyahat eden insanları etkileyen yolcu ishalini önlemek için bireyler ne yediklerine dikkat etmelidir. İyi pişmiş ve sıcak besinler tercih edilmelidir. Bireyin kendisinin soymadığı çiğ meyve ve sebzelerden kaçınılmalıdır. Çiğ veya az pişmiş et ve süt ürünlerinden kaçınılmalıdır. Orijinal kabında servis edilen şişe su, soda, meyve suyu ve fermente içecekler tercih edilmelidir.

Musluk suyundan ve içeceklere buz konulmasından kaçınılmalıdır. Dişleri fırçalamak için şişelenmiş su kullanılmalıdır. Duş alırken ağız kapalı tutulmalıdır. Kaynar su ile yapılan kahve veya çay gibi içecekler muhtemelen güvenli olacaktır.  Ancak kafein ve alkolün ishali şiddetlendirmek yanı sıra daha fazla dehidrasyona yol açmak riski mevcuttur.

 

Belirtiler

İshal Belirtileri Nelerdir?

Her ne kadar ishal genellikle kendi kendine düzelse bile, ishalin birkaç günden daha uzun sürmesi, dehidrasyon yani susuzluk, şiddetli karın veya makat ağrısı, kanlı veya siyah renkli dışkı veya 39 derecenin üzerinde ateş gibi belirtileri ve semptomları gösteren yetişkin bireylerin doktora görünmeleri gereklidir. İshalin belirtileri arasında en önemlileri;

  • Gevşek ve sulu dışkıdır
  • Karın krampları
  • Karın ağrısı
  • Ateş
  • Dışkıda kan
  • Dışkıda mukus
  • Karın bölgesinde şişkinlik
  • Mide bulantısı ve çok aniden gelen acele tuvalete çıkma hissi de ishal belirtileri arasındadır.

Çocuklarda, özellikle küçük çocuklarda ve bebeklerde ishal çok hızlı dehidrasyona yani susuzluğa neden olabilir. Bu nedenle çocuklarda görülen ishal 24 saat içinde düzelmezse veya dehidrasyon, 39° C üzerinde ateş, kanlı dışkı, veya siyah dışkı durumları mevcutsa mutlaka doktora başvurulmalıdır.

Dehidrasyon yani susuzluk ishalin en önemli belirtilerinden birisidir. Dehidrasyon aşırı susama hissi, cilt ya da ağız kuruluğu, koyu renkli idrar, az idrara çıkma ya da hiç idrara çıkamama, zayıflık, baş dönmesi veya yorgunluk şeklinde görülebilir. 

Bebeklerde ve küçük çocuklarda dehidrasyon belirtileri üç saatten daha uzun süre içinde alt bezinin ıslanmaması, gözyaşı olmadan ağlama, kuru ağız veya dil, uyuşukluk, çevreye tepki vermeme veya sinirlilik, karında, gözlerde ve yanaklarda batma ya da çukurlaşma ya da bıngıldakta çökme şeklinde görülebilir.

Dehidrasyon çocukların yanı sıra, yaşlı yetişkinlerde ve diyabet, böbrek yetmezliği ya da otoimmün, yani bağışıklık sistemi sorunlarından dolayı zayıf bağışıklık sistemi olan bireylerde özellikle tehlikeli sonuçlara yol açabilir.

 

Tanı Yöntemleri

İshal Nasıl Teşhis Edilir?

İshal teşhisi için doktora başvuran bireylere tıbbi geçmişleri sorulur ve aldıkları ilaçlar gözden geçirilir. Doktor tarafından fizik muayene yapılarak ishale neyin neden olduğunu belirlemek hedeflenir.

 

Bunun için bir takım testler istenebilir. Bu testler arasında tam kan sayımı testi, bakteri veya parazitlerin varlığını kontrol için gaita (dışkı) testi ya da sigmoidoskopi veya kolonoskopi istenebilir.

Bu testte bireyin rektumuna yerleştirilen ince, ışıklı bir tüp yardımıyla doktor bağırsakların içini görebilir ve gerekli durumlarda küçük bir doku örneği alınarak biyopsi yapılmasına imkan verebilir. Esnek sigmoidoskopi kolonun alt kısımlarının görüntüsünü verirken kolonoskopi doktorun kolonu tümüyle görmesini sağlar.

 

Tedavi Yöntemleri

İshal Nasıl Tedavi Edilir?

İshal vakaları bir tedaviye ihtiyaç olmadan birkaç gün içinde kendiliğinden geçer. Bu süreç dahilinde vücudun yeterince sıvı alması önemlidir. Daha uzun süren vakalarda ise doktorlar çeşitli ilaçlar önerebilir. Bu ilaç türleri arasında antibiyotikler, bakteri veya parazitlerin neden olduğu ishali türlerini tedavi etmeye yardımcı olabilir. Ancak ishale bir virüs neden oluyorsa antibiyotikler yardımcı olmaz.

 

Tıp uzmanları ishal esnasında vücudun kaybettiği su ve minerallerin yerine konulmasını tavsiye etmektedir. Bu temiz içme suyu, meyve suyu veya et suyu tüketimini artırmak anlamına gelir. Eğer sıvı içmek bireyin midesini rahatsız ediyorsa veya kusmaya neden olursa, damardan serum aracılığıyla sıvı verilebilir.

Her ne kadar tüketilen suyun artırılması vücudun kaybettiği sıvıları toplaması için önemli olsa da, normal şartlarda temiz içme suyu içinde vücudun çalışması için gerekli olan tuzlar ve elektrolitler yeterince bulunmaz. Potasyum için meyve suları içerek veya sodyum için çeşitli çorba türleri içerek vücudun kayıplarının yenilemesi, bu sayede elektrolit seviyelerinin korunması sağlanabilir. Ancak elma suyu gibi bazı meyve suları ishali daha da ağır hale getirebilir. Yine kafein veya alkolden kaçınmak gereklidir.

Eğer ishale bir antibiyotik neden oluyorsa, doktora başvurduktan sonra bu ilacın dozu düşürülebilir veya başka bir ilaca geçilebilir. Bu nedenle ishal şikayetiyle baş vurduğunuz hekime kullandığınız ilaçları söylemeyi unutmayın.

İshale neden olan ve altta yatan diğer tıbbi durumların tedavisinin gerçekleştirilmesi gerekebilir. 

İshal belirtileri kaybolduktan sonra yarı katı ve düşük lifli yiyecekler diyete yavaş bir şekilde eklenmelidir. Süt ürünleri, yağlı yiyecekler, yüksek lifli yiyecekler veya çok terbiyeli yiyecekler gibi bazı gıdalardan birkaç gün uzak durulmalı, bunlar yerine kraker, kızarmış ekmek, yumurta, pilav ve tavuk gibi besinler tercih edilmelidir. 

 

Daha ağır vakalarda reçetesiz satılan loperamid ve bizmut subsalisilat gibi ishal önleyici ya da anti-diyare ilaçları sulu bağırsak hareketlerinin sayısını azaltabilir ve ciddi semptomları kontrol etmeye yardımcı olabilir.

Ancak bazı belli başlı tıbbi durumlarda ve enfeksiyonlarda, özellikle bakteriyel ve parazitik kökenli vakalarda bu ilaçların kullanımı durumu daha da ağırlaştırılabilir. Bu ilaçlar küçük çocuklar için her zaman uygun veya güvenli değildir. Çocuklarda ishal ilacına başlamadan önce her zaman doktora başvurulmalıdır.

Probiyotiklerin tüketilmesi, sindirim sistemine faydalı bakterilerin seviyesini artırarak bağırsak sisteminde sağlıklı bir denge kurulmasını sağlamaya yardımcı olabilir, ancak ishal süresini kısaltmaz.

MAMOGRAFİ

Mamografi Nedir?

Düşük doz X-ışını kullanarak görüntü elde edilen mamografi, memenin görüntülemesi için kullanılan en temel yöntem. Tüm görüntüleme ve tanı yöntemleri içinde meme kanserini en erken saptayabilen yöntem mamografi. Bir nevi memenin görüntüsünü alabilen röntgen cihazı olarak açıklanabilir.

Mamografi çekiminde amaç, meme kanserinin erken evrede saptanabilmesi çünkü meme kanseri ne kadar erken saptanırsa tedavisi de o kadar başarılı yürütülebiliyor. Günümüzde bilinen standart mamografi yönteminin yanı sıra başta dijital olmak üzere farklı mamografi teknolojileriyle hizmet veriliyor. Yaygın olarak ise dijital mamografi kullanılıyor.

Meme kanseri kadınlar arasında en sık görülen kanser türlerinden biri. Erken saptanamadığında ölüm riski oldukça yüksek. Meme kanserinin erken dönemde saptanmasını sağlayan en önemli olanak; mamografik tarama. Mamografi tetkikiyle, yaklaşık 2 yıl önce meme kanseri oluşumları yakalanabiliyor. Bu oluşumların elle muayene sırasında belli olması için 2 yıl geçmesi gerekiyor.

Mamografi Kimlere Öneriliyor?

Herhangi bir bulgu ya da belirti olmasa bile 40 yaşın üzerindeki tüm kadınlara düzenli olarak mamografi çektirmeleri yani mamografik tarama yaptırmaları öneriliyor. Taramanın düzenli olarak uygulandığı ülkelerde meme kanserine bağlı ölümlerin yüzde 19-64 (ortalama yüzde 30) oranında azaldığı da biliniyor.

Mamografi Kimlere Önerilmiyor?

Kırk yaşın altındaki kadınlara mamografik tarama önerilmiyor. Bunun aşağıdaki şekilde birkaç farklı nedeni bulunuyor.

  • Genç kadınlarda memenin süt üreten dokusu fazla (meme yoğundur) olduğu için mamografinin kanser saptamadaki başarısı düşüyor.
  • Genç kadınlarda meme dokusu radyasyona daha duyarlı olduğu için mamografi riskli olabiliyor.
  • Genç kadınlarda meme kanseri görülme sıklığı daha az.

Mamografi Çekimi Hangi Aralıklarla Yaptırılmalı?

Kırk yaşın üzerindeki kadınlarda tarama bir ya da iki yıllık aralıklarla uygulanabiliyor. Özellikle 40-50 yaş arasındaki kadınlarda ortaya çıkabilecek kanserlerin hızlı büyüme olasılığı daha yüksek olduğu için yıllık tarama yapılması öneriliyor.

40 Yaş Üstü Taramanızı Yaptırın

40 yaşın üzerindeki kadınlarda mutlaka mamografik tarama yaptırılması gerekiyor. Kanserde erken tanı sağlayan mamografik taramanın, düzenli olarak uygulandığı ülkelerde meme kanserine bağlı ölümlerin yüzde 19-64 (ortalama yüzde 30) oranında azaldığı biliniyor. Genç kadınlarda ise tarama için kendi kendini muayene, fizik muayene ve ultrasonografi yöntemlerinden yararlanılıyor.

Mamografide Alınan Radyasyon Tehlikeli Mi?

Pek çok kadın mamografide alınan radyasyondan dolayı endişe duyuyor; oysa bu işlem sırasında alınan radyasyon dozu son derece düşük. Bir kişinin 3 ayda normal olarak maruz kaldığı ya da uzun bir uçak yolculuğunda alınan radyasyon dozu mamografiye eşit. Radyasyona bağlı kanser oluşma olasılığı teorik olarak mümkünse de, mamografide ve özellikle 40 yaşın üzerindeki kadınlarda bu olasılık yok denebilecek kadar az. Doğru ve erken tanıyla elde edilecek fayda riske göre çok daha fazla.

Bazı Durumlarda Ultrasonografiye İhtiyaç Duyulabiliyor

Mamografik taramalarda kanser kendisini her zaman göstermeyebiliyor. Özellikle meme parankimi yoğun olan kadınlarda mamografinin duyarlılığı oldukça düşük. Bazen kitle fizik muayenede ele gelse bile mamografide bulgu vermeyebiliyor. Mamografinin kanser saptamadaki başarısının yüzde 80-85 civarında olduğunun unutulmaması gerekiyor. Özellikle meme parankimi yoğun olan kadınlarda taramada mamografinin ultrasonografi ile birlikte kullanılması gerekiyor. Bu şekilde duyarlılık yüzde 90’ın üzerine çıkarılabiliyor.

Memenizde sertlik varsa

Memede sertlik ya da başka bir belirti hisseden kadınların, önceki mamografi sonuçları normal olsa bile, vakit geçirmeden doktorlarına başvurmaları gerekiyor.

Mamografi Nasıl Çekiliyor?

Mamografide görüntü elde etmek için memenin görüntü dedektörü ve kompresyon plakası arasında bir miktar sıkıştırılması gerekiyor. Rutin mamografide her memenin önden ve yandan iki farklı poz görüntüsü alınıyor. Eğer şüpheli bir bulgu varsa bu alanı daha iyi görüntülemeye ve tanı koymaya yönelik ek filmler çekilmesi gerekebiliyor.

 

  • Memenin hareket etmesini önlemek ve kaliteli görüntü elde etmek
  • Memenin kalınlığını azaltarak daha az X-ışını verilmesini sağlamak
  • Meme içinde birbiri üzerine binen dokuların açılmasını sağlayarak olası tanı hatalarını engellemek

Mamografi Çekimi Öncesi Nelere Dikkat Edilmeli?

Hasta bu durumda, sıklıkla ağrı değil sadece bir miktar basınç hissediyor. Eğer memelerde ağrı duyuluyorsa, incelemenin adet bitiminden itibaren 15 gün içinde yapılması rahatsızlık hissini en aza indiriyor.

Mamografi çekimine gelirken göğüs bölgesine ve koltukaltına pudra, deodorant ya da parıltılı krem gibi kozmetik maddeler uygulanmaması gerekiyor. Bu maddeler kuşkulu görüntülere yol açarak tanıda hataya neden olabiliyor.

Dijital Mamografi Nedir?

Dijital mamografi meme görüntülemesinde aynı dijital kameralarda olduğu gibi, görüntünün bir dedektör sayesinde dijital ortamda elde edilmesi. Bu görüntü, meme radyologları tarafından mamografi için özel olarak geliştirilmiş, görüntü işleyebilen ekranlarda inceleniyor ve istenirse film üzerine de basılabiliyor.

Kimlere Dijtal Mamografi Öneriliyor?

  • 50 yaşından genç, henüz menopoza girmemiş veya yeni girmiş kadınlara,
  • Memenin değerlendirilmesini kolaylaştırdığı ve meme kanserini saptamada standart mamografiye göre daha başarılı olduğu için meme yapısı yoğun olan (yani süt üreten dokudan zengin) kadınlara,
  • Meme ameliyatı geçirmiş ya da meme protezi konmuş, bu nedenle değerlendirilmesi güçleşmiş memelere sahip kadınlara öneriliyor.
  • Mamografinin 3 boyutlu şekli olarak tanımlanabilen tomosentez, bir dijital mamografi cihazı. Cihazın kendisi ve çekim şekli mamografiye çok benziyor.

Nasıl Uygulanıyor?

Tomosentezin çekimi sırasında cihazdaki X-ışını tüpü sağa ve sola doğru hareket ediyor. Düşük radyasyon dozu vererek memenin farklı açılarda 1 mm. kalınlığında kesitlerle seri görüntülerini elde ediyor (Bu işlemde alınan toplam radyasyon dozu, normal mamografide verilen doza eşittir).

Mamografi Sonuçları Nasıl Değerlendiriliyor?

Mamografiler her zaman eski incelemeler ile karşılaştırarak değerlendiriliyor. Bu nedenle eski filmlerin atılmaması ve mamografi çekimine gelirken hasta tarafından getirilmesi gerekiyor. Meme hastalıkları, kitle, yapısal bozulma, iki meme arasında asimetri veya mikrokalsifikasyon kümeleri şeklinde bulgu verebiliyor. Bu bulgular hem iyi huylu hem de kötü huylu meme hastalıklarında görülebilecekleri için, görüntülerin mutlaka bir meme radyoloğu tarafından değerlendirilmesi gerekiyor.

BIRADS Sınıflandırması Nedir?

Tüm dünyada meme görüntülemesi raporlarında BIRADS (Breast Imaging Reporting and Data System) adı verilen bir kategorizasyon sistemi kullanılıyor. BIRADS, bulguların doğru olarak sınıflandırılması, meme ile ilgilenen tüm hekimlerin ortak bir dil kullanması ve bu sayede hastanın en doğru şekilde yönlendirilebilmesi için geliştirilmiş bir sistem.

BIRADS Sınıflandırması:

Kategori 0: Ek görüntüleme yöntemlerine ihtiyaç var

 

Kategori 1: Normal bulgular

 

Kategori 2: Kesinlikle iyi huylu bulgular

 

Kategori 3: Muhtemelen iyi huylu bulgular

 

Kategori 4: Şüpheli bulgular

 

Kategori 5: Yüksek olasılıkla kötü huylu bulgular

 

Kategori 6: Biyopsiyle meme kanseri saptanmış olan hastalar

 

Kategori 1 ve kategori 2’de yıllık aralıklarla rutin kontrol öneriliyor. Kategori 3’te çok düşük de olsa kanser riski bulunuyor (yüzde 5’in altında) ve 6 ay sonra kontrol öneriliyor. Kategori 4’te ortalama yüzde 30-40, kategori 5’te ise yüzde 90’ın üzerinde kanser riski bulunuyor ve biyopsi yapılması gerekiyor.

OTOİMMÜN HASTALIKLAR

Bağışıklık sistemi vücudumuzu enfeksiyonlar, bakteriler ve mikroplara yani hastalıklara karşı korur. Bağışıklık sisteminde meydana gelen sorunlar vücudumuzun dışarıdan gelen tehlikelere karşı savunmasız kalmasına neden olur.

 

Bağışıklık sisteminin çökmesiyle birlikte kişide depresyon, saç dökülmesi, dikkat bozukluğu, şişlikler ve vücudun çeşitli bölgelerinde ağrılar gözlemlenebilir. Bağışıklık sisteminin çökmesi sonucu vücut enfeksiyonlara karşı savunmasız kalır ve hastalıklara karşı savaşma yeteneğini kaybeder.

Bağışıklık sisteminin gerektiğinden fazla çalışması durumunda ise vücut kendi dokularını yabancı olarak algılar ve bu dokulara saldırarak zarar verir. Bağışıklık sisteminin kendi dokularına saldırmasına otoimmün hastalıklar denir. 

Otoimmün hastalıklar vücudun birçok farklı alanını etkileyebilir. Otoimmün hastalıklara neyin sebep olduğu tam olarak bilinmemektedir. Otoimmün hastalıkların tedavisi genellikle, bağışıklık sisteminde olması gerektiğinden fazla çalışan faktörlerin azaltılmasına yönelik yapılmaktadır. 

 

Otoimmün Hastalıklar Nelerdir?

Romatoid Artrit

İltihaplı Romatizma, yani tıbbi adıyla romatoid artrit, kronik bir inflamatuar bozukluktur. Aşırı sıcak ya da soğuk havanın İltihaplı romatizmaya neden olduğu inancı ise gerçeği yansıtmamaktadır. Romatoid artrit otoimmün sistemindeki bir bozukluktan kaynaklanır ve bireyin bağışıklık sisteminin yanlışlıkla vücudun kendi dokularına, özellikle eklem dokularına saldırması ile ortaya çıkar. Bu bozukluk bazı bireylerde cilt, gözler, akciğerler, kalp ve kan damarları dahil olmak üzere çok çeşitli vücut sistemlerine zarar verebilir. 

 

İnflamatuar Bağırsak Hastalığı ( IBD )

İltihabi bağırsak hastalıklarının nedeni kesin olarak bilinemeyen, bağışıklık sisteminde sorunlar, kalıtımsal nedenler ve çevresel faktörler ile oluştuğu düşünülen Crohn hastalığı ile Ülseratif kolit hastalıklarını tanımlamak için kullanılıyor.

Bu hastalık grubu aynı zamanda “inflamatuvar bağırsak hastalığı” (IBH) olarak da biliniyor. 

Multipl skleroz (MS)

Multipl Skleroz (MS) hastalığı, etkisini merkezi sinir sisteminde gösteren ve ataklarla kendini belli eden bir kronik sinir sistemi hastalığıdır.

Bağışıklık sistemi vücudu dışarıya karşı korurken kendi hücrelerini tanır. Ancak bilinmeyen nedenden dolayı sistem bozulduğunda, bağışıklık sistemi kendi hücrelerine özellikle de sinir iletimini sağlayan beyin ve omurilikteki hücrelere karşı saldırı düzenler. 

Tip 1 Diyabet

Diyabet birkaç farklı türde görülebilir. Tip 1 diyabette vücudun doğal olarak insülin üretimi azalır. Tip 2 diyabet ile Gestasyonel diyabette ise vücut insülinin etkisine karşı direnç geliştirir. Bu iki durumun sonucunda kan şekerinin yükselmesi (hiperglisemi) durumu gerçekleşir. Henüz bütünüyle ortaya çıkmamış şeker hastalığı türüne ise gizli şeker ya da pre-diyabet adı verilir. 

Guillain Barre Sendromu

Guillain Barre sendromu, bağışıklık sisteminin sinirlere saldırmasıyla ortaya çıkan ve nadir görülen hastalık türlerinden biridir. Kas kaybında güçsüzlükle birlikte ortaya çıkan hastalık, ağır ilerleyebileceği gibi hızlı bir yayılım da gösterebilir.  Guillain Barre sendromu hastalarında zayıflık, kol ve bacak uyuşmaları gibi belirtiler görülür ve felce neden olabilir. Hastalığın kesin tedavisi olmamakla birlikte, uygulanan tedaviler sonucunda hastalığın semptomları hafifletilebilir.

 

Kronik İnflamatuar Demiyelinizan Polinöropati 

Kronik İnflamatuar Demiyelinizan Polinöropati hastalığı da yine Guillain Barre sendromunda olduğu gibi bağışıklık sisteminin sinirlere saldırmasıyla meydana gelir ve benzer semptomlar gösterir. Kol ve bacaklarda uyuşma ile birlikte görülen bu hastalığın erken teşhis ve tedavisi oldukça önemlidir.

Sedef Hastalığı  

Sedef hastalığı, cilt hücrelerinin normalden birkaç kat daha hızlı çoğalmasına neden olan bir cilt bozukluğudur. Bir diğer adı da Psoriasis olan sedef hastalığı sırasında ciltte beyaz pullarla kaplı engebeli kırmızı lekeler görülmeye başlanır.

 

Bu pullu lekeler cildin herhangi bir yerinde büyüyebilirler, ancak çoğunlukla kafa derisinde, dirseklerde, dizlerde ve sırtta görülürler. Sedef hastalığı bulaşıcı değildir, yani kişiden kişiye geçemez. Ancak bazı vakalarda aynı ailenin üyelerinde görülmektedir.

Graves Hastalığı 

Graves hastalığı, tiroid hormonunun aşırı üretilmesine neden olan ve hipertiroidizme yol açan bir bağışıklık sistemi hastalığıdır. Graves hastalığında, vücut kendi kendine reaksiyon gösteriyor ve aşırı tiroid hormonu salgılanıyor. Bu nedenle metabolizma çok hızlanıyor, nabız yükseliyor, hasta kilo alamaz hale geliyor. Bu durum giderek yaşamı tehdit eden ciddi bir rahatsızlığa dönüşüyor.

Bu hastalarda egzoftalmi denilen gözlerin dışarı doğru çıkması durumuna da rastlanabiliyor. Hastalığın tedavisi antitiroit ilaçlar, radyoaktif iyot ve cerrahi tedaviyle yapılabiliyor.

Hashimoto tiroiditi 

Hashimato tiroiditi, tiroit bezinin iltihaplı hastalıklarının yani tirioditlerin en sık görülen çeşididir. Otoimmün ya da kronik lenfosistik tiroidit olarak da adlandırılır ve bağışıklık sisteminin bozukluğundan kaynaklanan bir endokrin sistem hastalığıdır.

Vücudun normal şartlar altında vücuda yabancı maddelere karşı ürettiği antikorlar, bağışıklık sistemi ile beraber tiroid hücrelerine saldırarak tiroid bezinin iltihaplanmasına yani zarar görmesine yol açar. 

Myastenia Gravis 

Myastenia Gravis (MG), vücudun iskelet kaslarının çeşitli derecelerde zayıflamasına neden olan kronik, otoimmün bir sinir – kas hastalığıdır. Myastenia gravis, sinir uyarılarının bilinçli olarak kontrol ettiğiniz kaslara iletilmesindeki bir bozukluktan kaynaklanır.

 

Vücudun, normalde yabancı maddelerle savaşması gereken, antikor adı verilen savunma tanecikleri sinirsel uyarının iletilmesinden sorumlu olan asetilkolinin algılayıcısına (reseptörüne) zarar verir.

Vaskülit 

Bağışıklık sisteminin atar damar ve toplardamara(kan damarlarına) zarar vererek, iltihaplanmasına vaskülit ya da damar iltihabı denilmektedir. Vaskülit, kan damarları tarafından beslenen böbrek, akciğer ve sinirlerdeki dokuların bozulmasına neden olur. 

ROTA VİRÜS

Rota Virüsü Nedir?

Rota virüsü, bağırsak enfeksiyonuna ve ishale neden olan ve çok yüksek bulaşıcılık oranına sahip bir virüstür. Dünya genelinde görülen bu virüs bebeklerde ve çocuklarda ishal başlangıcının ilk sırada gelen nedenidir.

Rota virüsü her yerde bulunur ve hemen hemen her çocuğa 3 – 5 yaşına kadar bulaşır. 2003 yılında, 5 yaşın altındaki çocuklarda küresel çapta 114 milyon rota virüsü enfeksiyonu vakası bildirilmiştir.

Bu vakaların 24 milyonu ayakta tedavi edilirken, 2, 3 milyon vaka hastanede yatarak tedavi edilmiştir. Bir başka çalışmaya göre Rota virüsü, dünya çapında 5 yaşın altındaki çocuklarda yıllık 214.000’den fazla ölüme sebebiyet vermektedir.

İshal sebebiyle hastaneye yatırılan çocuklar arasında rota virüsü enfeksiyonu yaygınlığı dünya çapında benzer oranlarda olsa da (~% 30-50), rota virüsü enfeksiyonu ölümle sonuçlanan vakaların % 90’ından fazlası düşük gelirli ülkelerde görülür.

Bu ülkelerde sağlık hizmetlerine sınırlı erişim zorluğu gibi faktörlerin yanı sıra modern hidrasyon tedavilerine kolay ulaşım olmaması ve yine bu ülkelerde malnütrisyon, yani açlık ve kıtlık gibi şartların daha yaygın olmasının ölüm oranlarını arttırdığı düşünülmektedir.

Rota Virüsünden Nasıl Korunulur?

Hemen bütün viral hastalıklarda olduğu üzere düzenli olarak elleri yıkamak gibi iyi hijyen alışkanlıkları rota virüsüne karşı alınabilecek iyi bir önemlidir. Ancak rota virüsü enfeksiyonunu önlemenin en etkili yolu rota virüsü aşısıdır.

Rota Virüsü Aşısı

Rota Virüsü için uygun bir aşı geliştirilmeden önce 5 yaşından küçük çocuk nüfusunun büyük bir kısmına bu virüs en az bir defa bulaşmıştır.

Günümüzde ülkemizde kullanılan rota virüsü aşıları 2006 senesinde piyasaya sunulan Rota Virüsü aşısına dayanmaktadır. Dünya üzerinde hâlihazırda Rota aşısının birkaç türü mevcuttur.  

Rota aşısı yüzde yüz etkili olmasa bile yapılan araştırmalara göre ulusal aşı programlarında düzenli olarak bu aşıyı kullanan ülkelerde rota virüsünden kaynaklı komplikasyonlardan dolayı hastaneye yatırılma oranlarını %49 – 92 arasında azalmış, dahası genel ishalden dolayı hastaneye yatma oranlarında da %17 – 55 oranında bir azalma ölçülmüştür. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) rota virüsü aşılarının ulusal aşı programlarına mutlaka eklenmesi gerektiğini önermiştir.

Buna ek olarak aşıların ulusal aşılama programlarına girmesinden bu yana rota virüsü hastalığının demografik özellikleri değişmiştir. Örnek vermek gerekirse Finlandiya’da rota virüsü enfeksiyonu 5 yaşın altındaki çocuklarda aşıya başlamadan önce en yaygın görülen bağırsak enfeksiyonu türüydü.

Ancak aşıya başladıktan sonra 5 yaş altı çocuklarda hastalığın görülme oranının azalmasıyla hastalığın en yaygın olduğu gruplar 6 ila 16 yaş arasındaki aşılanmamış çocuklar ile yine aşılanmamış 70 yaşın üstündeki bireyler haline gelmiştir.

Rota virüsü hastalığının mevsimsel tekrarın oranlarında ise, aşı uygulamasından sonra, hem rota virüsü mevsiminin başlangıcında gecikme, hem daha kısa mevsim süresi hem de mevsimsel zirvelerin köreltilmesi dahil olmak üzere değişiklikler saptanmıştır.

Rota virüsü aşısı olan bireylerde, aşıdan hemen sonra mide ağrısı, kusma, ishal, dışkıda kan veya bağırsak hareketlerinde değişiklik görülürse, derhal doktora başvurmak gereklidir.

 

Belirtiler

Rota Virüsünün Belirtileri Nelerdir?

Rota virüsü enfeksiyonu genellikle virüse maruz kaldıktan sonraki iki gün içinde ilk belirtilerini göstermeye başlar. İlk belirtiler ateş ve kusmadır. Bunu üç ila sekiz gün devam eden sulu ishal izler. Bu esnada vücut büyük oranda su kaybına uğrar.

Enfeksiyonun karın ağrısına neden olduğu vakalar yaygın olarak görülmüştür. Rotavirüs sıklıkla gösterdiği belirtilere ve yapılan fizik muayeneye göre teşhis edilir.

Tanıyı doğrulamak için bir dışkı örneğinin laboratuvarda analiz edilmesi gerekebilir. Çocuklarda ve yetişkinlerde rota virüsü enfeksiyonu farklı seyredebilir.

Çocuklarda görülen rota virüsü belirtileri arasında, 24 saatten uzun süreli ishal durumu, sık sık kusma, katran gibi bir dışkı, dışkıda kan veya irin bulunması, 40° C’den yüksek ateş, huzursuzluk, uyuşukluk ya da ağrılı bir durum, ağız kuruluğu varsa, özellikle bebeklerde gözyaşı olmadan ağlama, az idrara çıkma, veya hiç idrara çıkmama, olağan dışı uykululuk veya çevreye tepki vermeme dahil olmak üzere dehidrasyon semptomları vardır.

Çocuklarda kaka rengi siyahlığı rota virüsünün belirtilerinden biridir, bu durumlarda acilen çocuk doktoruna başvurulması gereklidir. Başka bir tıbbi sorunu olmayan yetişkinlerde rota virüsü enfeksiyonu sadece hafif belirti ve semptomlara neden olabilir veya hiçbir belirti ortaya çıkmayabilir.

Yetişkinlerde görülen rota virüsü belirtileri arasında 24 saatten uzun süre vücutta içilen sıvıların tutulmaması, iki günden daha uzun süre devam eden ishal, kusma, bağırsak hareketlerinde kan veya 39.4° C’den daha yüksek bir ateş, aşırı susuzluk, ağız kuruluğu, az idrara çıkma veya az idrar yapma, şiddetli halsizlik, ayakta baş dönmesi veya baş dönmesi mevcuttur. Bu durumlarda acilen doktora başvurmak gereklidir.

Rota virüsüne dayalı bağırsak enfeksiyonu sırasında çok nadir vakalarda bağırsağın bir kısmı kendi üzerine katlanabilir ve bu hayatı tehdit eden bir bağırsak tıkanmasına neden olabilir.

Rota Virüsü Nasıl Bulaşır?

Rota virüsü enfekte olan bir kişinin dışkısında ilk belirtilerin ortaya çıkmasından birkaç gün önce ve semptomlar azaldıktan sonrasında da 10 güne kadar bulunur.

Virüs bu süre zarfında enfekte olmuş kişinin semptomları olmasa bile elden ağza temas yoluyla kolayca başkalarına bulaşır. 

Eğer bir bireyde rota virüsü varsa ve tuvaleti kullandıktan sonra ellerini yıkamıyorsa, ya da bir çocuğun rota virüsü varsa ve örneğin bezini değiştirdikten ya da tuvaleti kullanmasına yardımcı olduktan her ikisinin de elleri yıkanmadıysa virüs hazırlanan besinler, oyuncaklar, mutfak eşyaları, kapı kulpları kitaplar, uzaktan kumandalar, gözlükler veya kıyafetler gibi dokunulan hemen her şeye virüsü bulaştırabilir.

Başka bir kişi bireyin yıkanmamış ellerine veya kontamine bir nesneye dokunursa ve ardından kendi ağzına dokunursa, enfekte olabilir. Enfekte olmuş yüzeyler dezenfekte edilmezse virüs haftalarca bulaşıcı kalabilir.

Rota virüsünün farklı alt türleri olmasından dolayı aşı olma durumunda bile enfekte olmak mümkündür. Ancak aşı sonrası enfeksiyonlar veya tekrarlayan enfeksiyonlar daha az şiddetli görülür.

 

Tedavi Yöntemleri

Rota Virüsü Nasıl Tedavi Edilir?

Rotavirüs enfeksiyonu için spesifik bir tedavi yoktur. Antibiyotikler veya antiviraller rota virüsü enfeksiyonuna yardımcı olmaz. Genellikle, enfeksiyon üç ila yedi gün içinde kendiliğinden düzelir.

Bebeklerde rota virüsüne bağlı enfeksiyon görüldüyse doktora başvurduktan sonra onun tavsiyesi üzerine sıvı verilebilir. Bebek emzirilerek besleniyorsa emzirilmeye istediği kadar uzun süre devam etmesine izin vermek gereklidir.

Eğer bebek formül ile besleniyorsa yine doktor tavsiyesi üzerine az miktarda oral rehidrasyon sıvısı veya normal formül verilmeli, bebek formülü fazladan sulandırılmamalıdır.

Daha büyük çocuklar dinlenmeye teşvik edilmelidir. Tam tahıllı ekmek veya krakerler, yağsız et, yoğurt, meyve ve sebze gibi ilave şeker içermeyen yumuşak yiyecekler sunulmalıdır. Oral rehidrasyon sıvısı dahil olmak üzere bol miktarda sıvı tüketimi önemlidir. 

Rota virüsü kaynaklı enfeksiyon sürecinde gazlı içeceklerden, elma suyundan, yoğurt dışındaki süt ürünlerinden ve ishali daha da ağırlaştırabilecek kötüleştirebilen şekerli yiyeceklerden kaçınılmalıdır. Kafein, alkol ve ikinci el nikotin tüketimi dahil olmak üzere mideyi tahriş edebilecek her türlü maddeden kaçınılmalıdır.

Su kaybı, yani dehidrasyon rota virüs kaynaklı bağırsak enfeksiyonunun ciddi bir komplikasyonudur. Rota virüsünden kaynaklanan bağırsak enfeksiyonu normal şartlar altında sıvı alımının arttırılması ile evde tedavi edilebilir.

Bazı vakalarda görülen şiddetli dehidrasyon, yani su kaybı ise hastanede intravenöz sıvı alımını gerektirir. Eğer ishal birkaç günden fazla sürerse kayıp sıvı ve minerallerin yenilenmesi için doktor tavsiyesiyle oral rehidrasyon sıvısı kullanılabilir.

SEZERYAN SONRASI NORMAL DOĞUM OLURMU

Sezaryen bir çok nedenle yapılmasına rağmen günümüzde sezaryen nedenleri arasındaki en büyük payı eski sezaryen hastaları oluşturmaktadır. Sezaryen sonrası normal doğum gerçekleştiğinde,  anne tekrarlanan sezaryenin tüm risklerinden korunmuş olur. Bunlar arasında daha kısa sürede toparlanma ve günlük yaşama dönme, normal aktivitelere dönme süresinin daha kısa olması, enfeksiyon riski ve kan kaybının azlığı sayılabilir. Bunun yanında , çok sayıda çocuk sahibi olmayı planlayan çiftler için tekrarlayan sezaryenin arttığı risklerden korunulmuş olunur. 

” Sezaryen ile en fazla 3-4 doğum yapılabilir ” söyleminin açıklamasıda şudur; Tekrarlayan sezaryen sayısı arttıkça; komşu organlar olan , mesane ve barsak yaralanmaları , plasenta ile ilgili aşırı kanama ve kan kaybına  hatta rahmin alınmasına kadar gidilebilecek komplikasyonlar artar. Bu nedenle , her tekrarlayan sezaryen, ciddi riskler taşır.

SSVD (Sezeryan Sonrası Normal Doğum) Tek koşul kılavuzların önerdiği kurallara uygun bir doğum yapılması. İster 1.SSVD olsun, ister 3. SSVD olsun öneriler ve önlemler değişmez . Yedekte kanın bulunmadığı, çocuk doktorunun devamlı hastanede olmadığı, acil ameliyat masasının, anestezi uzmanının ve diğer ameliyathane ekibinin hazırda beklemediği SSVD doğumlarını güvenli bulmuyoruz. Acil bir durumda 5-10 dk gibi kısa bir sürede sezeryana geçilebilmesi için tüm bu koşulların baştan hazır olması gerekir. 

SU ÇİÇEĞİ HASTALIĞI

Suçiçeği sıklıkla çocukluk yaşlarında görülen, Varicella Zoster virüsünün (VZV) yol açtığı ve döküntülere neden olan bulaşıcı bir hastalıktır. Hava ve temas yoluyla çok kolay bulaşabildiği için koruyucu olarak aşılama büyük önem taşır. Aşı olmamış ve hastalığı geçirmemiş yetişkinler de risk altındadır.

 

Suçiçeği mikrobu bağışıklık sistemini en çok baskılayan virüslerden biridir. Genelde hafif geçirilen bir hastalık olmakla beraber bağışıklık sistemi baskılanmış kişilerde ve yetişkinlerde şiddetli olabilir. Ensefalit (beyin dokusunda iltihap) ve zatürreye sebebiyet verebilir.

Suçiçeği aynı zamanda hamileler için de risk taşır. Zira doğacak bebekte doğumsal bozukluklara neden olabilir.

Suçiçeği bulaşından 2-3 hafta sonra ateş ve halsizlik gibi ön belirtiler başlar. Sonrasında kaşıntılı döküntüler oluşur. Hastalık bir süre sonra kendiliğinden geçer ya da doktor önerisiyle antiviral ilaçlarla kontrol altına alınır. Ancak deride iz kalmaması için yaraların kaşınmaması ve mikrop kapmaması gerekir.

 

Nasıl Bulaşır?

Suçiçeği enfeksiyonu hastalığın ilk başlarında öksürük ve hava yolu ile yayılır. Döküntüler başladıktan sonra bu yaralara temas da bulaşmaya neden olur. Hastalığa hiç yakalanmamış ve aşılanmamış kişilerde bulaşıcılık çok kolaydır.

 

Nedenleri

Herpes virüs ailesinin üyelerinden biri olan Varicella Zoster (VZV), diğer adıyla Herpes Zoster suçiçeğine neden olan etkendir. Bu virüs aynı zamanda zona hastalığına neden olur.

 

Suçiçeği geçirildiğinde virüslerin bir kısmı sinir ganglionlarında (hücrelerinde) inaktif olarak kalır, sonraki herhangi bir dönemde, özellikle yaşlılık veya bağışıklığın düştüğü durumlarda, aktive olarak bir sinir dağılımı bölgesinde enfeksiyonu oluşturur. Suçiçeği geçirenlerin %15’i yaşamlarının bir dönemlerinde zona geçirirler.

 

 

Belirtiler

Suçiçeği enfeksiyonu virüse maruz kaldıktan 10 ila 21 gün sonra ortaya çıkar ve yaklaşık 5 ila 10 gün sürer. İlk günlerde ciltte kızarıklıklar görülebilir.

 

Döküntüden bir ila iki gün önce hafif ateş, burun akıntısı, halsizlik ve iştahsızlık görülür. Döküntüler öncelikle gövdeden başlar, sonrasında baş ve ayaklara yayılır. Ateş ise 1 ila 4 gün sürer.

Kızarıklık önce küçük parçacıklar halinde ortaya çıkar ve daha sonra kabarcıklar ve bunu takiben yara kabuğu haline döner.

Suçiçeği geçiren çoğu kişi hastalığı hafif olarak geçirir.  Ancak hastalık bazı hallerde zatürree beyin ve beyin zarlarında enflamasyon gibi ciddi rahatsızlıklara yol açabilir. Hastalığın ölüme yol açtığı nadir görülür.

Suçiçeği Hastalığında Yara İzi Kalmaması İçin Ne Yapmak Gerekir? 

Suçiçeğinde lezyonlar iz bırakmadan geçer. Eğer çocuk lezyonları kaşırsa ve tırnak aralarındaki mikroplar lezyonda iltihaplanmaya neden olur ve bu enfekte lezyonlar sonrasında iz bırakabilir.

Çocuğunuzun tırnaklarını kesin ve gerekirse gece yatarken eldiven kullanın. Kaşıntı giderici ve ateş düşürücü ilaçları ise mutlaka doktorunuza danışarak verin.

 

Tanı Yöntemleri

Suçiçeği tanısı döküntülerden alınan sürüntü ve kan örneğinin laboratuvarda incelenmesi ile konur.

 

 

Tedavi Yöntemleri

Sağlıklı çocuklarda suçiçeği tedavi gerektirmez. Doktorunuz ateş düşürücü ve kaşıntıyı hafifletmek için antihistaminik ilaçlar verebilir. Ancak çoğunlukla, hastalığın kendi kendine iyileşmesi beklenir.

Suçiçeğinin yol açabileceği hastalıklar açısından risk altında olan çocuklarda antiviral ilaçlar kullanılabilir. Bu ilaçlar döküntü ortaya çıktıktan ilk 24 saat sonra verildiğinde hastalığın şiddetini azaltabilir.

Suçiçeği olan çocuk ya da yetişkine aspirin benzeri ilaçlar verilmemelidir. Bu ilaçlar beyinde iltihaba yol açabilir. Ateş düşürücü verilecekse doktor önerisiyle verilmelidir.

Suçiçeği Aşısı Ne Zaman Yapılır?

Ülkemizde suçiçeği aşısı 12’nci ayın sonunda yapılır.

Bu aşı ile hastalığa yüzde 90 bağışıklık sağlanır. Daha önce suçiçeği geçirmiş kişiler de hastalığa karşı bağışıklık kazanırlar.

Dikkat Edilmesi Gerekenler

  • Temel korunma yöntemi aşıdır ve rutin aşı takvimine uyulmalıdır. Ayrıca sağlık çalışanları, küçük çocuklarla birlikte yaşayan veya onlara yönelik iş yapanlar, çocuk sahibi olmayı planlayan kadınlar ve bağışıklığı bastırılmış insanlarla birlikte yaşayan kimseler başta olmak üzere, yüksek risk grubunda olan insanlara önerilmektedir.
  • Her viral enfeksiyonda olduğu gibi el yıkama, hasta kişilerden uzak durma, kapalı ortamlardan uzak durmak önemlidir.
  • Suçiçeği geçirenlerin deride kızarıkların başlamasından döküntülerin kurumasına kadar olan süreçte bulaşmayı önlemek için kreş ve okula gitmemeleri gerekir.
  • Suçiçeği geçirenler öksürür ya da hapşırırken ağızlarını kapamalı, ellerini yıkamalı ve başkaları ile aynı eşyaları paylaşmamalıdır.
  • Mikrop kapmaması için döküntüler kaşınmamalıdır. Çocuğunuzun tırnaklarını kesin ve gerekirse gece eldiven giydirin

SÜNNET NEZAMAN VE KİME YAPTIRILMALIDIR

Sünnet , erkeklerde cinsel organın ( penis ) başını örten ve koruyan üst derinin bir kısmının veya tamamının kesilip atılması, böylece glands ın açıkta  almasını sağlamaktır.

Dinsel veya kültürel gerekçelerle pek çok din ve kültürde erkeklerde uygulanır. Erkek çocuklarının erişkinliğe ilk adımı olarak nitelendirilen sünnet , tıbben bir zorunluluğu bulunmayan, fakat başta idrar yolları enfeksiyonlarının azaltılması olmak üzere pek çok faydası olan cinsel yolla hastalık bulaşma
ihtimalini azaltan cerrahi bir işlemdir.

Genel hijyen açısından yararlı olan sünnetin , deneyimli ellerde ve uygun koşullarda, doğru yöntemlerle yapılması gerekmektedir. Aksi taktirde sağlık için uygulanan basit bir cerrahi işlem olan sünnet , çocuğun tüm yaşamını etkileyerek önemli problemlere yol açabilir.

FAYDALARI
– Sünnet idrar yolu enfeksiyon riskini % 50 oranında azaltmaktadır. 
– Bunun dışında ileride yetişkin hastalarda penis kanserine yakalanma riski , sünnetsiz hastalara oranla çok daha az görülmektedir.
– Sünnetli kişilerin eşlerinde de rahim ağzı kanseride çok daha az görülmektedir. Sünneti uygun koşullarda ve deneyimli kişiler tarafından  yapılmamasından dolayı peniste kalıcı hasarlar yada hayati tehlike oluşabilmektedir.

SÜNNET PRENSİPLERİ
İşlem enfeksiyon bulaşma riskini azaltmak amacıyla temel cerrahi prensiple uygun görülen ameliyathane ortamında gerçekleştirilmelidir.
İlk 3 ayda bebekler hareketsiz olduğundan işlem lokal anestezi ile yapılabilir. Sünnet her yaşta uygulanabilecek bir işlem olmakla birlikte, oluşabilecek psikolojik travmaların ve enfeksiyon riskinin en aza indirilebilmesi açısından doğumdan sonraki ilk 2 yıl içerisinde yapılması daha uygundur.

Özellikle 2-6 yaş arasında cinsel kimlik kazanım dönemi olduğundan 6 yaş grubunda lokal anestezi altında işlem yapılması tavsiye edilmemektedir. Sünnetin çocuk psikolojisinden anlayan, alanında deneyimli cerrahlar tarafından yapılmasında fayda vardır. Sünnetin ideal bir mevsimi bulunmamaktadır.

VİTAMİNLER

Vitamin Nedir?

Vitaminler vücudun sağlıklı bir şekilde çalışmak için küçük miktarlarda ihtiyaç duyduğu, doğal gıda maddelerinde çok az miktarda bulunan organik bileşiklerdir. Vitaminlerin normal şartlarda besinlerden alınması gerekir çünkü ya vücut tarafından hiç üretilemezler, ya da yeteri miktarda üretilmezler. Vitaminler sadece beslenme yolu ile alınmaz. Örnek vermek gerekirse insan vücudu, güneş ışığına maruz kaldığında vitamini sentezler ve bu insan vücudu için en iyi D vitamini kaynağıdır.
 
Farklı vitaminler vücutta farklı roller oynar ve bir kişinin sağlıklı kalabilmesi için her vitaminden farklı bir miktarı vücudunda bulundurması gerekir. Herhangi bir vitaminin vücutta çok az bulunması, belirli ve farklı sağlık sorunlarının gelişme riskini artırabilir.
 

Vitaminlerin Keşif Tarihi

Vitamin terimi, 1912’de Polonyalı biyokimyacı Casimir Funk tarafından yaşam için gerekli olan ve hepsinin amin olduğunu varsaydığı bir mikro besin kompleksini izole eden vitamin kelimesinden türetilmiştir. Ancak vitaminlerin tamamının amin olduğu varsayımının doğru olmadığı daha sonra anlaşılmıştır. Günümüzde bilinen bütün vitaminler 1913 ile 1948 yılları arasında tanımlanmıştır.
 

Vitamin Grupları Nelerdir?

Vitaminler yağda veya suda çözünür olmalarına göre iki gruba ayrılırlar. 
 
ADE ve K vitaminleri yağda çözünür. İnsan vücudu yağda çözünen vitaminleri yağ dokularında ya da karaciğerde depolar. Bu vitaminlerin rezervleri vücutta günlerce ya da aylarca kalabilir. Beslenme sırasında alınan yağlar, yağda çözünen vitaminlerin sindirim sistemi yoluyla vücuda emilmesine yardımcı olur. A ve D vitaminleri vücutta birikebilir ve bu da tehlikeli bir hipervitaminoz durumunun gelişmesine neden olabilir. 
 
C vitamini ile B vitamininin bütün alt türleri ise suda çözünen vitaminler sınıfına dahildir. Suda çözünen vitaminler insan vücudunda depolanmaz ve uzun süre kalmaz. Vücudu idrar yoluyla terk ederler. Kolayca depolanmadıkları için, insanlar yağda çözünen vitaminlerden daha düzenli bir şekilde suda çözünen vitamin kaynağına ihtiyaç duyarlar.
 

Vitaminler

Günümüzde tanımlanmış 13 adet vitamin türü vardır. Vitamin terimi mineraller, esansiyel yağ asitleri ve esansiyel amino asitler olarak tanımlanan diğer üç temel besin grubunu içermez. Çoğu vitamin tek molekülden meydana gelmez, ilgili molekül gruplarından oluşur. 
 
Bİlinen vitamin türleri A, B1, B2, B3, B5, B6, B7, B9, B12, C, D, E ve K olarak isimlendirilir.
 

A Vitamini

Beta karoten, retinol ve retinal gibi isimlerle de bilinen A vitamini yağda çözünür. İnsan vücudunda göz sağlığı için gereklidir. A vitamini eksikliği gece körlüğüne ve gözün şeffaf ön tabakasının kurumasına ve bulanıklaşmasına neden olan keratomalaziye neden olabilir.
 
  • A vitamini yaygın olarak balkabağı, bazı peynirler, brokoli, havuç, ıspanak, kara lahana, karaciğer, kavun, kayısı, lahana, morina karaciğeri yağı, tatlı patates, tereyağı, süt ve yumurta gibi besinlerde bulunur.
 

B1 Vitamini

B1 vitamininin kimyasal adı tiamindir. B1 vitamini suda çözünür. B1 vitamini insan vücudunda kan şekerini parçalamaya yardımcı olan çeşitli enzimlerin üretilmesi için gereklidir. B1 vitaminin eksikliği bir sinir sistemi hastalığı olan beriberi ya da Wernicke-Korsakoff sendromuna neden olabilir. 
 
  • B1 Vitamini yaygın olarak ayçiçeği tohumu, domuz eti, kahverengi pirinç, karaciğer, karnabahar, kuşkonmaz, lahana, maya, patates, portakal, tahıl taneleri, tam tahıllı çavdar ve yumurta gibi besinlerde bulunur.
 

B2 Vitamini

B2 vitamininin kimyasal ismi riboflavin olarak ifade edilir. B2 vitamini suda çözünür. B2 vitamini insan vücudunda hem hücrelerin büyümesi ve gelişmesi için gereklidir hem de gıdaların metabolize edilmesine yardımcı olur. B2 vitamininin eksikliği belirtileri arasında dudak iltihabı ve ağızda çatlaklar bulunur. 
 
  • B2 vitamini yaygın olarak balık ve yeşil fasulye bamya, et, hurma, kuşkonmaz, muz, pazı, süt, süzme peynir, yoğurt ve yumurta gibi besinlerde bulunur.
 

B3 Vitamini

B3 vitamininin kimyasal isimleri niasin ve niasinamid olarak ifade edilir. B3 vitamini suda çözünür. B3 vitamini insan vücudunda hücrelerin büyümesi ve doğru çalışması için gereklidir. B3 vitamininin eksikliği ishal, cilt değişiklikleri ve bağırsak rahatsızlığı belirtilerinin gözlemlendiği pellegra adı verilen bir sağlık sorununa neden olur.
 
  • B3 vitamini yaygın olarak brokoli, domates, fındık, çeşitli yemişler, havuç, mercimek, sığır eti, somon, süt, tavuk, tofu, ton balığı, yapraklı sebzeler ve yumurta gibi besinlerde bulunur. 
 

B5 Vitamini

B5 vitamininin kimyasal ismi pantotenik asit olarak ifade edilir. B5 vitamini suda çözünür. B5 vitamini insan vücudunda enerji ve hormon üretimi için gereklidir. B5 vitamininin eksikliğinin en yaygın semptomları arasında parestezi veya iğne batması hissi bulunur. 
 
  • B5 vitamini yaygın olarak avokado, brokoli, et türleri, kepekli tahıllar ve yoğurt gibi besinlerde bulunur.
 

B6 Vitamini

B5 vitamininin kimyasal isimleri piridoksin, piridoksamin, ve piridoksal olarak ifade edilir. B6 vitamini suda çözünür. B6 vitamini insan vücudunda kırmızı kan hücrelerinin oluşumu için hayati öneme sahiptir. B6 vitamininin eksikliği anemiye ve periferik nöropatiye yol açabilir. 
 
  • B6 vitamini yaygın olarak fındık, kabak, muz, nohut ve sığır karaciğeri gibi besinlerde bulunur. 
 

B7 Vitamini

B7 vitamininin kimyasal ismi biotin olarak ifade edilir. B7 vitamini suda çözünür. B7 vitamini insan vücudunun proteinleri, yağları ve karbonhidratları metabolize etmesini sağlar. Ayrıca cilt, saç ve tırnaklarda yapısal bir protein olan keratine de katkıda bulunur. B7 vitamininin eksikliği dermatite veya bağırsak iltihabına neden olabilir. 
 
  • B7 vitamini yaygın olarak brokoli, ıspanak, karaciğer, peynir ve yumurta sarısı gibi besinlerde bulunur.
 

B9 Vitamini

B9 vitamininin kimyasal isimleri arasında folik asit ve folinik asit bulunur. B9 vitamini suda çözünür. B9 vitamini insan vücudunda DNA ve RNA yapımı için gereklidir. B9 vitamininin eksikliği hamilelik sırasında fetüsün sinir sistemi gelişimini etkileyebilir. Bu nedenle doktorlar hamilelik öncesi ve hamilelik sırasında folik asit takviyesi önermektedir.
 
  • B9 vitamini yaygın olarak ayçiçeği tohumları baklagiller, bazı güçlendirilmiş tahıl ürünleri, bezelye, karaciğer ve yapraklı sebzeler ile bir takım meyvelerde bulunur. 
 

B12 Vitamini

B12 vitamininin kimyasal isimleri siyanokobalamin, hidroksokobalamin, ve metilkobalamin olarak ifade edilir. B12 vitamini suda çözünür. B12 vitamini insan vücudunda sağlıklı bir sinir sistemi için gereklidir. B12 vitamininin eksikliği nörolojik problemlere ve bazı anemi türlerine yol açabilir. Tıp uzmanları vegan diyeti olan bireyler için B12 takviyesi alınmasını önerebilir.
 
  • B12 vitamini yaygın olarak balık, kabuklu deniz ürünleri, kırmızı et, kümes hayvanları, süt ve diğer süt ürünleri, takviyelendirilmiş besin mayası takviyelendirilmiş soya ürünleri, takviyelendirilmiş tahıllar ile yumurta gibi besinlerde bulunur. 
 

C Vitamini

C vitamininin kimyasal ismi askorbik asit olarak ifade edilir. C vitamini suda çözünür. C vitamini insan vücudunda kollajen üretimine, yara iyileşmesine ve kemik oluşumuna katkı sağlar. Ayrıca kan damarlarını güçlendirir, bağışıklık sistemini destekler, vücudun demiri emmesine yardımcı olur ve antioksidan görevi görür. C vitamininin eksikliği diş eti kanamasına, diş kaybına, zayıf doku büyümesine ve yara iyileşmesinde yavaşlığa neden olan iskorbüt ile sonuçlanabilir. 
 
  • C vitamini yaygın olarak çok çeşitli meyve ve sebzelerde bulunur. Ancak bir meyve ya da sebzeyi pişirmek C vitaminini imha eder. 
 

D Vitamini

D vitamininin kimyasal isimleri ergokalsiferol ve kolekalsiferol olarak ifade edilir. D vitamini yağda çözünür. D vitamini insan vücudunda kemiğin sağlıklı mineralizasyonu için gereklidir. D vitamininin eksikliği raşitizm ve osteomalaziye yani kemiklerin yumuşamasına neden olabilir. 
 
  • Yağlı balıklar, yumurtalar, sığır karaciğeri ile mantarlar D vitamini içermekle beraber, güneşten veya diğer kaynaklardan gelen UVB ışınlarına maruz kalmak vücudun D vitaminini sentezlemesini sağlar. 
 

E Vitamini

E vitamininin kimyasal isimleri tokoferol, tokotrienol olarak ifade edilir. E vitamini yağda çözünür. E vitamini insan vücudunda antioksidan aktivitesi, yaygın iltihaplanma ve çeşitli hastalık riskini artıran bir sorun olan oksidatif stresi önlemeye yardımcı olur. E vitamininin eksikliği nadir görülen bir durumdur, ancak yenidoğanlarda kan hücrelerinin yok edildiği hemolitik anemi adı verilen bir duruma neden olabilir. 
 
  • E vitamini yaygın olarak badem, bitkisel yağlar, buğday tohumu, fındık, kivi, yeşil yapraklı sebzeler, ve yumurta gibi besinlerde bulunur.
 

K Vitamini

K vitaminin kimyasal isimleri arasında filokinon ve menakinon bulunur. K vitamini yağda çözünür. K vitamini insan vücudunda kanın pıhtılaşması için gereklidir. K vitamininin eksikliği olağandışı bir kanama duyarlılığına veya kanama diyatezine neden olabilir.
 
  • K vitamini yaygın olarak balkabağı, incir, maydanoz ve yapraklı yeşillikler gibi besinlerde bulunur. 

YALANCI GEBELİK

Yalancı Gebelik Nedir?

Anne olmak erişkin çağa gelmiş birçok kadının hayali olabilir. Hamilelik zor olduğu kadar kadının bedeniyle ve bebeğiyle yakınlaştığı çok özel bir süreç ve 9 ay sonunda bebeği kucağı alabilmek de kadınların büyük kısmı için tarif edilemez bir mutluluk.

Ancak geçirilen çeşitli hastalıklar ve psikolojik sorunlar nedeniyle kadınlar diledikleri an hamile kalamıyorlar. Bu durumda da kendilerini hamile gibi düşünmek onlara mutluluk veriyor. Öyle ki düşüncenin ötesini geçip hamileliğin belirtilerini hissedebiliyorlar. Yalancı gebelik adı verilen bu durumun tedavisi için kişiyi bu tabloya iten sebebin çözülmesi önem taşıyor.

Psikolojik gebelik olarak da adlandırılan yalancı gebelikte, kadın hamile olmamasına rağmen kendisini hamile olduğuna inandırıyor. Hatta bu konuda o kadar kesin düşüncelere sahip oluyor ki gebelik belirtilerine (bulantı, kusma, karın büyümesi, adet görememe, göğüsten süt gelmesi, yükselen tansiyonun bebeğin kalp atışları olarak hissedilmesi) benzer belirtiler bile yaşayabiliyor.

 

Nedenleri

Yalancı Gebeliğin Nedenleri Nelerdir?

Yalancı gebeliğe tıpta ‘pseudocyesis’ adı veriliyor ve bu durum psikolojik bir bozukluğun fiziksel yansıması olarak açıklanıyor.

Mekanizması tam olarak anlaşılamamakla beraber, yalancı gebeliklerin altında merkezi sinir sistemi ve endokrin sistemle alakalı sorunlar yattığı düşünülmekle beraber, psikolojik etkenler de bu sistemlerle beraber veya tek başına yadsınamaz düzeyde etkili oluyor.

Çeşitli nedenlerle hamile kalamayan kadınlarda, çevre baskının da etkisiyle çocuk isteği hastalık boyutuna geliyor ve yalancı gebelik ortaya çıkıyor.

 

Tanı Yöntemleri

Yalancı Gebelik Nasıl Teşhis Edilir?

Yalancı gebelik, gebeliğin her bulgusunu taklit edebilir. Doktor yalancı  gebeliğin tanısını koyabilmek için, hamilelikte yapılan testlerin aynısını yapabilir. Doktor tarafından öncelikle pelvik muayene de dahil olmak üzere fiziksel bir muayene yapar.

 

Fiziksel muayene sonrası doktor, hastadan idrar tahlili ve ultrason görüntüsü isteyecektir. Her iki yöntemde yalancı hamileliğin netleştirilmesinde önem taşımaktadır.

YENİ DOĞANDA İŞİTME TARAMASININ ÖNEMİ

Yenidoğan işitme taramasının ortaya çıkış sebebine bakacak olursak ülkemizde her yıl 1 milyon 300 bin bebek doğmakta ve bu bebeklerin 1300 – 2600 tanesi işitme kayıplı olarak dünyaya gelmektedir. İşitme kaybının erken ortaya konması ve hızlıca rehabilitasyona (iyileştirme) başlanması bebeğin hem işitmesinin hem de konuşmasının iyileştirilmesine olanak verebilmektedir.

 

İşitme taramasının 1994 yılında temelleri atılmış ve 2004 yılında ulusal yenidoğan işitme taraması oluşturulmuştur. Daha sonra yaygınlaştırılarak tüm Türkiye’ye yayılması sağlanmıştır.
İşitme taramasının birinci basamağı doğumevleri ve hastanelerdir. Buralarda bebeklerin ilk tarama testleri bebek doğup hastaneden taburcu olmadan önce yapılmaktadır. Bu testlerde bebek testi geçemediği taktirde test tekrarı yapılmaktadır. Buna rağmen geçemediği taktirde bir üst test uygulanmakta ve gerekli durumlarda üst merkezlere aile yönlendirilmektedir. Bu şekilde işitme kayıplı doğan bebeklerin erken tespit edilerek erken rehabilitasyon başlatılması ile bebeğin hayatı boyunca ciddi sağırlık ve dilsizlik yaşaması engellenmiş olur.
İşitme taraması açısından tüm Türkiye’de ciddi bir çalışma başlatılmış olmasının en önemli sebebi de işitme kaybının erken dönemde tedavi edilme şansının yüksek olmasıdır. Tedavi amacıyla işitme cihazı kullanımından biyonik kulağa kadar geniş bir çerçeve mevcuttur ve bebek veya çocuğun gereksinimine göre karar verilmektedir.

Unutmayın! Bebeğinizin işitme taramalarını mutlaka yaptırın ve bebeğinizi hayat boyu sessizliğe mahkum etmeyin.

YENİ DOĞAN SARILIĞI

Sarılık Nedir?

Yenidoğan sarılığı bebeklerin üçte ikisinde görülen, kendiliğinden geçen ancak yine de ciddi durumlara yol açma ihtimali olan bir hastalıktır. Sarılık şiddetlendikçe sarılık sırasıyla yüz, gövde, kol ve bacaklar ile en son olarak el içi ve ayak tabanında renk değişimi oluşuyor. İyileşme ise ayaktan kafaya doğru görülüyor, son olarak gözdeki beyaz kısım düzeliyor.

 

Hangi bebeğin tedavi edilmeyi gerektirecek düzeyde rahatsızlık yaşadığına karar verebilmek bu noktada önemli bir kriter. Teşhisi koyabilmek için takibin mutlaka bir sağlık profesyoneli tarafından yapılması gerekiyor.

Bu rahatsızlık, fizyolojik ve patolojik sarılık olarak iki ayrı grupta değerlendiriliyor. Bebeğin doğum haftası, kaç günlük olduğu ve riskler göz önüne alınarak bilirubin düzeyi değerlendiriliyor. Böylece sarılığın patolojik olup olmadığına karar veriliyor.

Sarılık Çeşitleri

Fizyolojik sarılık doğumdan sonra 2.-4. günlerinde başlıyor ve genellikle herhangi bir tedaviye gerek kalmadan 7-10 günde kendiliğinden düzeliyor. Anne karnındaki bebeğin kanındaki bilirubin maddesi fetusa zarar vermiyor çünkü plasenta aracılığı ile annenin kanına geçiyor, karaciğerinde işlenerek vücuttan atılıyor.

 

Bebeğin kanındaki bilirubin maddesi doğumdan sonra yavaş yavaş artmaya başlarken, geçici olan bu duruma fizyolojik sarılık deniyor. Birçok bebek için fizyolojik sarılık tedavi gerektirmeden geçebilecek bir durum olurken, buna karşın bu dönemde düzenli olarak doktor gözetimi yapılması şart.

Patolojik sarılık ise sıklıkla doğumdan hemen sonra ortaya çıkan ve ciddiye alınması gereken bir durum. Bu tip sarılıklar, anne ile bebek arasındaki kan uyuşmazlığına, anne kamında geçirilen bazı enfeksiyonlara, annenin kullandığı ilaçlara ya da bebekte doğuştan bazı maddelerin eksik olmasına bağlı olarak oluşabiliyor

 

Bunlara ek olarak “uzamış sarılık” olarak tanımlanan tablo, zamanında doğan bebeklerde iki hafta, erken doğanlarda ise üç haftadan uzun süren sarılığı ifade ediyor. Bu durumun detaylı değerlendirilmesi ve nedenlerinin tespit edilmesi gerekiyor.

 

Nedenleri

Sarılık Neden Olur?

Genetik nedenler, yetersiz beslenme, erken ya da geç doğum gibi birçok faktör, yenidoğan sarılığının ortaya çıkmasında büyük rol oynuyor. Bu noktada ailelerin dikkatli olması ve belirtileri fark ettiğinde hemen bir doktora başvurması gerekiyor. 

Yenidoğan sarılığı kandaki ‘bilirubin’ adlı madde yükselerek, deri ve yanakların içi, gözün beyaz kısmı gibi bölgelerde birikmesi ile oluşan bir çeşit sarılık türü. Bu da bebeğin cilt ve göz renginde sararmayla kendini gösteriyor.

Sarılık Risk Faktörleri Nelerdir?

Yenidoğan sarılığı açısından riskli grupta yer alan bebekler şunlar:

  • Erken doğum,
  • Emme sorunu olan ve buna bağlı olarak iyi beslenemeyen bebekler,
  • Annesiyle kan uyuşmazlığı olanlar,
  • Doğum esnasında kafa derisi altında kanama meydana gelenler,
  • İlk 24 saatte sarılığı tespit edilenler,
  • Diyabetli annelerin bebekleri,
  • Sarılığı iki haftadan uzun sürenler,
  • Büyük kardeşlerinin bebeklik dönemlerinde ışık tedavisi gerektirecek kadar sarılık tespit edilmiş olan bebekler.
 

Belirtiler

Yenidoğan Sarılığının Belirtileri Nelerdir?

Yenidoğan sarılığı yüzde başlıyor, sonrasında göz akı da sararıyor. Kandaki bilirubin seviyesi arttıkça sırayla göğse, karına, kol ve bacaklara doğru yayılıyor.

  • Ciltteki sarı renk en iyi gün ışığında ya da floresan lamba altında görülüyor.
  • Parmakla hafifçe burun veya karın cildine bastırılıp kaldırıldığında sarı renk daha bariz bir şekilde tespit edilebiliyor. Bebeğin cildindeki sarılık giderek koyulaşıp belirginleşiyor.
  • Sarılığı olan bebek uykuya daha çok meyilli oluyor ve emmesi azalıyor.
  • Bebeğinin karın, kol ve bacaklarında sarılık olması, beraberinde çok uyuması ve emmesinin zayıfladığının fark edilmesi halinde anne-babaların bebek kaç günlük olursa olsun hemen doktora başvurması gerekiyor. Çünkü bu belirtiler, bilirubin düzeyinin yükselmiş olduğuna işaret edebiliyor.
 
 

Tanı Yöntemleri

Yenidoğan Sarılığı Nasıl Teşhis Edilir?

Yenidoğanlarda anne-babanın sarılığı farkederek hekime başvurmaları ve tanısının netleştirilerek gerekiyorsa tedaviye başlanması çok büyük önem taşıyor; sarılık tedavisinde geç kalındığında kernikterus ismi verilen ve sinir sisteminde ciddi hasarlara yol açabilen bir hastalık bebekte görülebiliyor.

Yenidoğanlarda yapılan testlerde Anne-bebek arasında AB0 ve RH kan uyuşmazlığı tayini ve bebeğin erken sarılık riski nedeniyle takibi yapılıyor. Taburcu öncesinde bebeklerin kan sayımları ve sarılık düzeylerine bakılıyor. Sarılık şüphesinde Kandaki bilirübin düzeyi topuktan alınan birkaç damla kanla kısa sürede ölçülebiliyor.

 

Tedavi Yöntemleri

Yenidoğan Sarılığı Tedavisi Nasıl Yapılır?

Tedavi gerekliliği 3 parametreye göre saptanıyor. Bunlar bebeğin ağırlığı, kaç günlük olduğu ve kandaki bilirübin düzeyi. Tedavi gerekip gerekmediğine çocuk doktoru bu parametreleri dikkate alarak karar veriyor.

Yenidoğan sarılığı, genellikle iki hafta içinde kendiliğinden düzeliyor. Fakat bu dönemde doktor tarafından uygun şekilde takibi önem taşıyor.

Eğer bilirubin seviyesi yüksek ise bebek “fototerapi” denilen özel dalga boyunda ışık yayan lambalar altında ışık tedavisine tabi tutuluyor. Bu ışık sarılığa neden olan bilirubinin idrarda çözünerek vücuttan atılmasını sağlıyor.

Fototerapi bebeğe herhangi bir şekilde zarar vermiyor. Bebeğin gözleri, ışıktan zarar görmemesi için kapatılıyor. Bazen yan etki olarak ciltte kırmızı döküntüler, bronzlaşma ya da sık ve sulu dışkılama gözlenebiliyor.

Kan grubu uyuşmazlığı nedeniyle bilirubin düzeyi çok yükselmiş bebeklerde ise kan değişimi yapılması gerekebiliyor. Sarılığın önlenmesinde anne sütü ile beslenme önem taşıyor. Bu nedenle olabildiğince erken dönemde, tercihen doğumu takip eden ilk saatte emzirmeye başlamak gerekiyor.

ZATÜRE

Zatürre (Pnömani) Nedir?

Pnömoni, ya da yaygın bilinen adıyla zatürre, akciğerdeki hava keseciklerinin iltihaplı bir sıvı ile dolmasıdır. Virüsler, bakteriler ve nadir olarak mantar enfeksiyonlarının akciğerlere ulaşmasıyla oluşan zatürre oldukça bulaşıcıdır. Zatürre ülkemizde 0-4 yaş arası çocuklarda ilk sıradaki ölüm nedenlerinden biridir.

 

Hastalık her yaşta görülebiliyor ancak 2 yaş altı çocuklarda, bağışıklık sistemi çok zayıf kişilerde ve 65 yaş üstü kişilerde zatürre oldukça tehlikeli olabiliyor. Zatürre, daha çok kalp hastalığı ya da önceden geçirilmiş akciğer hastalığı olan çocuklar ile erken doğumlarda görülüyor.

Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre dünyada her yıl 100 kişiden 1-2’si zatürreye yakalanıyor. Zatürre belirtileri üst solunum enfeksiyonu, koronavirüs belirtileri ve griple çok sık karıştırıldığı için hastalar doktora geç başvurabiliyor, bu da hastalığın ilerlemesine ve tedavinin gecikmesine yol açıyor. Dünyadaki tüm ölümlerin yaklaşık %7 kadarının zatürre nedeniyle olduğu düşünülüyor.

Özellikle KOAH, diyabet, kalp hastalığı ve böbrek yetmezliği gibi kronik hastalığı olanlar; küçük çocuklar, hamileler ve yaşlıların zatürreden korunmak için zatürre aşısı olması için doktora başvurmaları gerekiyor.

Nasıl Bulaşır?

Zatürreye zemin hazırlayan grip ve benzeri viral solunum yolu enfeksiyonları oldukça bulaşıcıdır. Hapşırık ve öksürükle yayılabildikleri gibi ağız, bardak, mendil, çatal-kaşık, kapı kolu gibi eşyalara temas ve sonrasında ellerin ağıza teması ile de bulaşabilirler.

 

Hasta kişinin, yaşlılar, hamileler ve çocukların yanına yaklaşmaması çok önemlidir. Toplu taşıma araçları ve kalabalık mekanlar da riski artırır.

Nadir olsa da ağız ve mide içeriğinin solunum yollarına kaçması, bazı kimyasalların solunması da zatürreye neden olabilir.

Korunma

Zatürreden korunmanın önemli bir yolu aşılardır. Sağlık Bakanlığı, ulusal aşı takviminde tüm çocukların 2, 4, 6 ve 12’nci ayların sonunda zatürre aşısı olması gerektiğini bildirmiştir. Bunun yanı sıra, risk faktörleri bulunan, özellikle 65 yaşın üzerindeki kişilerin konuyla ilgili olarak hekimlerine danışmaları oldukça önemlidir.

 

Dikkat Edilmesi Gerekenler

  • Özellikle burnunuza ve ağzınıza dokunduktan sonra ve yiyecekleri kullanmadan önce ellerinizi düzenli ve iyice yıkayın.
  • Öksürme ve hapşırma sonrası kullandığınız mendili atın ve mümkünse ellerinizi yıkayın.
  • Bardak veya mutfak eşyalarını başkalarıyla paylaşmayın.
  • Sigara, alkol vb. bağışıklık sisteminizi baskılayan ve güçsüz düşüren alışkanlıklardan uzak durun.
 

Nedenleri

Zatürrenin Nedenleri Nelerdir?

Zatürre çoğunlukla Streptococcus pneumoniae (Pnömökok mikrobu) adı verilen bakterilerin neden olduğu enfeksiyonun sonucudur. Toplumsal kaynaklı zatürrelerin %50’sinin bu bakteriden kaynaklandığı bilinmektedir. Bunun yanı sıra, Haemophilus influenza, Mycoplasma pneumoniae gibi çeşitli bakteriler de zatürreye neden olabilmektedir.

 

Ayrıca, rhinovirus, coronavirus, influenza, adenovirus gibi mevsimsel soğuk algınlığı ve grip nedeni olan virüsler ile, özellikle çocuklarda bronşiolite sebep olan RSV (respiratuar sinsityal virüs) de zatürre etkeni olabilmektedir.

Mantar kaynaklı zatürreler çok nadirdir ve bağışıklık sistemi çok düşük kişilerde görülür.

 

Belirtiler

Zatürrenin Belirtileri Nelerdir?

Özellikle havaların soğuması ile birlikte zatürre hastalığının görülme sıklığı da artıyor. Basitçe, bu hastalığın belirtileri, diğer üst solunum yolu enfeksiyonları ile aynı oluyor. Burun akıntısı, hapşırık, öksürüğü izleyen belirtiler bir süre sonra ortaya çıkıyor.

Zatürre, çoğu zaman koronavirüs (COVID-19) veya griple karıştırılarak tedavisinde geç kalınması ciddi sorunlara hatta hayati riske bile neden olabiliyor. Özellikle 3 gün geçmeyen yüksek ateş, göğüs ve yan ağrısı ve genel durum bozukluğu zatürreyi gripten ayırt etmede önemli bir işarettir.

 

Zatürrenin Belirtileri

  • Öksürük
  • Yüksek ateş
  • Üşüme ve titreme
  • Devamlı seyreden sarı-yeşil balgam
  • Hızlı soluk alıp verme
  • Nefes almada güçlük
  • Göğüs ağrısı
  • Baş ağrısı
  • Yan ağrısı
  • Yorgunluk ve halsizlik
  • Karın ağrısı ve karında şişkinlik
  • Kusma ya da kusacakmış hissi
  • 65 yaş üstü kişilerde bilinç bulanıklığı
 

Tanı Yöntemleri

Zatürre Nasıl Teşhis Edilir?

Zatürre ciddi bir hastalıktır ve hızlıca teşhis edilerek tedaviye başlanması gerekir. Doktorunuz önce şikayetlerinizi dinleyip tıbbi öykünüzü aldıktan sonra fizik muayene uygulayacaktır. Zatürre tanısında, özellikle akciğerlerin muayenesi çok önemlidir.

 

Fizik muayenenin yanı sıra, hekiminiz klinik durumunuza göre, tanıyı kesinleştirmek ve tedaviye yön verebilmek adına akciğer filmi, bilgisayarlı tomografi, kan tetkikleri, balgam kültürü gibi tetkikler isteyebilir.

 

Tedavi Yöntemleri

Zatürre Nasıl Tedavi Edilir?

Zatürrenin tedavisinde hastanın klinik durumu, yaşı, etken olan bakteri veya virüsün türü, radyoloji ve laboratuvar bulguları ve kişisel risk faktörleri dikkate alınır.

 

Solunum yetmezliği bulguları varsa tedavinin hastanede yapılması uygun görülebilir. Ancak hastanın genel durumu ve klinik bulguları uygunsa yakın aralıklarla kontrole çağırılmak üzere tedavisi evde yapılıp, takip edilebiliyor.

Viruslerin neden olduğu zatürrelerde antibiyotik tedavisi genel olarak kullanılmaz. Böyle durumlarda hekiminiz size istirahat etmenizi ve bol sıvı tüketmenizi tavsiye eder ve uygun olması halinde şikayetlerinizi azaltacak kimi ilaçlar verebilir.

Belirtileriniz şiddetliyse veya komplikasyon yaşama olasılığınızı artıran başka koşullarınız varsa, tedavinin hastanede devam etmesi gerekebilir. Bakterilerin neden olduğu zatürrede antibiyotik tedavisi uygulanır. Zatürre hastalığında istirahat çok önemlidir.  Hastalık iyileştikten sonra bir ay boyunca hafif halsizlik hissedebilirsiniz.

Hastaların doktora gitmeyip kendi kendine antibiyotik kullanması ise hastalığı çok daha ağırlaştırır ve tehlikeyi artırır. Kesinlikle doktora gitmeden eş-dost önerisi ile ilaç kullanımından kaçınılması gerekir. Aşırı antibiyotik kullanımı ve uygun olmayan ilaçların seçilmesi, dirençli mikroorganizmaların gelişmesine ve dolayısıyla gerçek tedavinin başarısının azalmasına neden olabilir.